"Hiçbir şey Hayat Kadar Şaşırtıcı Olamaz. Yazı Hariç!"


31 Aralık 2010 Cuma

Dostlar Apartımanı

İnsanlık tarihi işkencenin tarihidir. Bazıları yapar, bazıları affeder, bazıları yeniden yapar, bazıları affetmez, bazılar sever, bazıları umursar, bazıları koka kola sever, bazıları sadece su sever, bazıları bilir, birçoğu bilmez, bazıları umut eder, bazıları sadece bekler…  İşte ben sadece bekleyen gruba dahilim ve sonsuza dek devinim halinde beklemekle lanetlendim.

Apartmanımıza bir cemaat abisi taşınmış olsa gerek, apartman girişine içinde Arapça cümleler olduğunu tahmin ettiğim bi şeyler yazılı çerçeve asılıydı bugün. “Bu düpedüz bir düello teklifi, bir isyan,bir karşı koyuş” dedim nazar duasını gördüğümde. “yakında zaman gazetesini kapımıza bırakıp kaçan çocuklardan geçilmez artık! Hükümet zaman abonesi olmayı bütün vatandaşlara mecburi kılsa da kurtulsak bu boşluktan.”Kuşkusuz sağlıklı bi insanın yapması gereken bu düello teklifini kabul etmekti, ben de öyle yaptım. Bu düello teklifini kabul ettiğimi kapısına dikilerek, ellerimden beyaz eldivenlerimi çıkarıp gözlerinin içine bakıp, “bundan sonra hayatının her noktasında karşında olacağım, aldığın nefesin kıymetini bil abdülcanbaz” dememin akabinde eldivenlerimi yüzüne yavaşça patlatmam gerekiyordu, yapmadım, onun yerine içten pazarlıklı ve sinsi olmanın dayanılmaz mutluluğu ve kendini tanımanın tatminiyle bu konuyu gizli bir şekilde halletmeye karar verdim.

Ertesi gün eve geldim ve “yapılabilecekler” başlıklı bir Excel tablosu çıkardım ve yapmayı düşündüklerime puan verip hangisinin daha yüksek puan alacağını gördükten sonra(her zaman mantıklı çalışan bi insanımdır) yapacaklarımı en az acıtacak olandan en çok canını yakacak olana göre sıraladıktan sonra bu düşüncelerimi eyleme dökmeye karar verdim. Firstly,  koleksiyonumdan en değerli monet tablomu çıkarıp onun nazar duasının tam karşısına astım. Bu şekilde “ seni gidi din taciri, seni gidi tüyü bitmemiş yetimlerin, analarımızın babalarımızın inançları üzerinden geçinen ekonomik canavar”  demiş oluyordum. Bu şekilde bizim abdülcanbazda bi uyanış yaratmayı üçüncü gözünü açmayı dünyayı farklı pencereden görmesini falan beklemiyordum elbet(lakin şöyle bi silkinip kendine gelmesini beklemedim dersem de yalan olmaz, doğru olur, yalanın karşıtı “doğru” mudur? Mutlak doğru var mıdır?)  sadece  claude monet ve gelincik tarlası isimli eseriyle ilgili daha çok bilgi sahibi olsun istiyordum.Ben sadece topluma ve kendi apartımanımdaki insanlara sanatsal bi bakış açısı kazandırma çabası içerisindeydim.(tam da burada kendimi 50 yaşını aşmış ve kedi köpekler üzerinde aşırı duyarlı olan teyzeler gibi hissettim, yani onlar nasıl hissediyorsa aynısını hissettim demiyorum elbette ama onların kendi zihnimdeki konumlandırmalarıyla aynı paralel evrene geçmiş oldum)(bkz. Kuantum)

Erketeye çekilip bir süre abdülcanbazdan gelecek atağı beklemeye koyuldum. Abdülcanbazın ataklarını beklerken kendimi apartmanın kasparovu gibi görüp onun hamlelerine karşı hamleler geliştirdim. Bunları da bir deftere not edip bunlarla ilgili de puanlama yaptım ve en yüksek puanı alanı da “the max. Point of abdülcanbaz” diye etiketledim ve artık buna bile hazırlıklıydım. Zihnimden paranoyak cümleler geçmedi demeyeceğim elbette, gece yarısı ben uyurken kapının altından bayıltıcı zehir sıkacağını ve beni bayıltmasının akabinde zaten çok iyi bildiği işi yani kilitli olan kapımı açacağını, ardından organlarımı çeşitli Afrika devletlerinin çeşitli okullarında okumakta olan siyahi(negro, nigger, black) arkadaşlara satacağını ve bunu da bi kılıfına uyduracağını... Kapımın üzerine “burada yaşayan inektir” yazacağını ve bunu da videoya kaydedip facebook, youtube, ve diğer lanetolası paylaşım sitelerinde sergileyeceğinden adım gibi emindim. Her şeyi, her ayrıntıyı düşünmüştüm, benim ona verdiğim tokat gibi cevabın ardından düellonun getireceklerini merak etmeden duramıyordum. Bu yüzden arkadaşlarımı boşladım, sevgilimden ayrıldım ve hatta daha çok CD izler oldum.

Aradan bi hafta geçmişti ve hala abdülcanbazda hareketlenme yoktu,  gemileri yakıp kapı kapı dolaşıp “girişe o tabloyu asan kim” diye kükremeden evvel son bir kez daha gidip monet tablomu ve nazar duasını görmek, hırslanmak istedim. Bu minvalde alt kata inip girişe doğru yönelmemle birlikte karşımdan gelen sarışın afetin burcu esmersoy bakışlarıyla sarsıldım. Ondan sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. Uyandığımda uzak ülkelerden birinin karanlık zindanındaydım. Yan taraftan sesler geldiğini duydum… Demeyeceğim elbette, soluğum kesilmedi desem yalan olur fakat kendimi çabucak toparladım ve yeni tanıştığım insanları korkutmamak adına yüzüme takındığım yapay Amerikan gülümsememle, “merhaba” dedim. Tuhaf şey, burcu esmersoy gülüşlü kadın da aynı tonda gülümsedi ve “merhaba, buraya bu monet tablosunu kim astı acaba biliyor musunuz?” diye sordu. “ananı skim, kırk yılın sırtı sanat seviciliği bi işe yaradı” dedim.(tam da bu noktada can babaya selam ederim). Sesime yılmaz Erdoğan sesimi yoksa cem yılmaz sesi mi vereyim, yani duygusal mı komik mi olayım yahut karizmatik görünmek adına yandaki kalorifer borusuna yaslanıp ayaklarımı serdar ortaç tarzı birbirinin yanına mı bırakayım gibi zilyon tane düşünce zihnimde kovalaşırken, yani kafamda filler sikişirken (burada da Erkan Can abiye selam ederim) “ben astım hanımefendi, hayrola?” dedim en “kara murat benim” sesimle.
 
-kaç numarada kalıyorsunuz?
-dört numarada, ya siz?
-6 numara, sizin tam üstü
nüz.Bu arada ben Burcu.
-ben de Mustafa.
-dört numaraya gidip sevişelim.
-peki.

10 Aralık 2010 Cuma

Fuck of Shostakovich

Her insan kendi cenazesinin imamı ve cenaze taşıtıdır. Öldüğün zaman acı acı çalan siren de insanların bir araya toplanmasını sağlayan kapitalizmin pragmatist çağrısıdır. Toplasan ve birbiriyle çarpsan içimdeki düşünceleri anlatmaya yetmez kelimelerim. Hem Balzac gibi bi adam da değilim ki bilmem kaç bin kelimeyle kendimi ifade edebileyim. Ama şunu söylemeliyim ki ben burada uyanıkken O da orada uyanıkken biz farklı şehirlerde farklı tavanlardan aynı büyük ayıları hayal ediyorken… tam da burada cümle kendi çocuğunu doğuramadı. Cümleye yüklem koymak onu hamile bırakmak ve çocuğun doğmasını beklemek değilse nedir?

Shostakovich’ten second waltz'i ıslıkla çalarak odanın köşesinde büzülmüş saatin saniyesinin sesli devinimini izlemektydim. “hiçbir şey düşünmemek çok şey düşünmekten daha zordur.”  Diye okumuştum ilkokula giderken yeni yeni piyasaya sürülen falım sakızlarındaki falımda. Başkalarına “yaza yaza yaz geldi/çarşıya kiraz geldi/daha yazacaktım ama/mürekkebe zam geldi.” Şeklinde ilkokul teraneleri çıkarken bana baya baya Descartes denk gelmişti. Falım sakızlarının da hayatın içindeki diğer bütün olaylar gibi adamına göre muamele yaptığını o anda anladım.

Hayattaki her şey nefret edilmiş suretlerin yalanlarla dolu nabza göre şerbet sunması ve bu şerbeti içme hızını ölçmesidir. Nefret etmek, çoğu zaman içinde biriktirebileceğin ve dışa vurduğun zamanları ayarlamak zorunda kalacağın bir yoğunluğu da kendisiyle birlikte getirir, ve nefretini hangi şekilde ve nerede dışa vuracağını bilemezsen hapı yuttun demektir. Zira nefret insanın kendi kendini vurabileceği tek silahtır ve bir insandan nefret etmek onu sevmekten daha zordur. 

Fuck of shostakovich deyip Wagner dinlemeye başladım. Odanın dağınıklığı, fanustaki balıkların dışkılamaya çalışmaları, sehpanın üzerindeki yemek artıkları, boş bardaklar ve diğer ıvır zıvır hiç ilgimi çekmiyordu. Filmlerin kötü adamlarını düşündüm. İsimlerini bilmediğim birçok kötü adam geçti aklımdan filmlerdeki rolleriyle, çok da fiyakalıydı hepsi, hem zaten iyi adamların iyi olma sebebi kötü olamayışlarıydı. Kötü olmak, güç ve zorluk dolu toplumsal aşağılanma ve toplumda hor görülmek gibi alışılmış dışı davranışları kapsadığından ve kötü olan kişinin iyi olmak gibi bi alternatifi olmadığından kötü olmak daha zordur. Kötülük, Baudelaire şiir yazarken onu izleyip sessiz kalabilmektir. Kötülük John lennon öldüğü sırada orda olup John lennon’ ı vuran çocuğa “şu tarafa gitti” diyerek adres göstermek ve sonrasında bu konu hakkında tek şey düşünmemektir.

Kötülük bir çiçek olsaydı eğer kuşkusuz bu çiçek kurutulmuş karanfilden başkası olamazdı. Kitap aralarında mutlu hatıralarla kurutulmuş karanfillerin zihinlerde bıraktığı o derin hüzün hissini başka hiçbir bitki bırakamazdı.

7 Aralık 2010 Salı

Serbest Düşmenin Tarihi


“Sevdik de kabahat mi ettik, ayıp mı ettik” dedi, soru işareti koymaya gerek dahi görmemişti. İnsanlar aynı sokağın aynı köşesini döndüler, “artık köşe dönmek de zor, 70lerde gelecektik İstanbul’a” düşüncesinin yanından geçti. Yağlanmıştı saçları, saçları yağlanmıştı ve o saçlarını umursamıyordu. Sokaklar kıvrılır, insanlar yürürler, her kara parçasına bastı barbarlar. Ahhh nerede o eski bayramlar! Saçlarına âşık oldu bir kelebek, o yürüdükçe kelebekler de ardından yürüdüler yalınayak.

“birebirde geçemeyeceğim defans yoktur ama alan savunmasını delmek için yeterli özgüvenim yok.” Duvarlar konuşmuyordu, zaten duvarlar yalnızca Dostoyevski hikâyelerinde konuşurlar. “dostum prolevinya kalolenski, ne diye uzakta duruyorsunuz? Bana yeterince yakınsınız hâlbuki.” Cümlesini kurmak ancak Dostoyevski gibi bir adama yakışır ve “gözleri ancak gözler bağışlayabilir.”

Bütün güzel kadınlar gibi o da güzelliğini fazla umursuyordu. Halbuki topuklarının kaldırım taşlarında çıkardığı sesler ne yavan seslerdi öyle. Üstelik o güzelim sesleri duyabilecek tek bir kişioğlu yoktu. Amaçsızca yürüdüğü sokaklarda, galatanın derinliklerinde kaybolmanın hazzını yaşıyor, yeni tanıdığı sokaklarda türk ırkına mensup olan tek birey olduğunu seziyordu. “bu turistler nereden biliyorlar acaba burayı?” diye düşündü. Düşünmesiyle birlikte uzaktaki muhtemelen İngiliz muhtemelen soyadı Brown ve hiçbir ihtimal bırakmayacak kadar güzel olan kadın, “ne bulacağız dostum, senin düşüncenin derinliklerinde tur atıyoruz, sen düşünmesen biz yok oluruz.” Buyurdu. Uyuduğunun farkına varamayan hakan kadının güzelliğinden ve turist olmasından ötürü muhtemel fantezilerinden ötürü kadına cevap verse mi vermeyip yoluna devam mı etse bilemedi. Elbette etmeliydi kuşkusuz. Vefakat kadının portakal gibi göğüslerinin erekte ettiği penisi onun hareket etmesine mani oluyordu.

“cümlelerim devrik olabilir ama noktayı koyarım.” Dedi, insanların gerçekten karnını doyurmak için yaşadığı bir cumhuriyet hayal ettim, ben her cumhuriyetimi O’nun nezdinde hayal etmişimdir.” Bi evim olmalı içinde şu deri koltuklardan olan, ikea işi değil halis muhlis Zeytinburnu derisinden”  diye düşündüm, sonra derisi kemiklerine yapışmış o çocukları düşündüm, sonra kendimi düşündüm, yalan yok bi ara da O’nu düşündüm, “ne güzel saçları var tanrım, korkulacak bir şey varmış hissini veriyor insana ve korkamıyor insan O’na baktığı zaman” sokağından ilerledim. Her saniye biraz daha yaklaştı yaklaşmakta olan, her saniye biraz daha yaklaştı iri parmaklarıyla Mozart, her saniye biraz daha ağladı(m).

6 Kasım 2010 Cumartesi

Bogard'ı Yakan Sigara

(NOT:  bu yazımı okumadan önce alttaki şarkıyı açıp bi yandan dinlerseniz "bir yudum insan" etkisi gösterebilir. göstermeyedebilir.)

Kadın barın köşesinde yalnız başına içiyordu içkisini. sigarasından yükselen dumanlar dans ederek gökyüzüne yükseliyor, barın duvarındaki kazablanka afişinin üstünden geçerken humprey bogard'a reveransını sunuyordu. adam yalnızdı. kadın yalnızdı. adam içiyordu. kadın içiyordu. kadın içkisini öylesine yavaş yudumluyordu ki adam slow motion bi film izlediği hissine kapılıyordu. Kötü Yeşilçam filmlerinin iyi karakterlerinin parklarda koşuşurkenki yavaşlatılmış çekimleri gibiydi kadın. Nefes alıp verişi ilk yardım talimi gibiydi, öylesine gösterişli.

adam kadının yanına gitmek istiyordu. adam bi süreliğine kadını hayal etti, fonda shostakovich çalıyordu, second wals. Adam “ram pampam, ram pampam” ritminde yaklaşıyor, kadına tek kelime etmeden dudaklarına yumuluyordu. Hem de ne yumulma. Adam bir anda uykudan uyanır gibi kırpıştırdı gözlerini, uykudan uyanmış ve gözlerini ışığa dikmiş gibi. Barmenin burnu kendi burnuna yaklaşık 5 milim mesafedeydi. Adam oldum olası sevmezdi barmenleri. S”ktiğimin filozof bozuntuları, her boku görmüş geçirmiş havalarından  nefret ediyordum”.  barmen en filozof tavrıyla sordu: "insan neyle yaşar?" adam bi süre afalladı. “ananın amıyla yaşar” demek geldi içinden, fakat hiç kavga edecek kafada değildi, ve bu akşam o kadınla konuşmasına mani olacak bişey yapmayı da istemiyordu üstelik. Yoksa  adam pekala bilirdi o barmen bozuntusuna cevabı yapıştırmasını. "abicim ne diye bekliyorsun burda, git konuşsana, belki de bu gece sevgiyi kaçıracaksın?"

barmen hala salak sakla bakıyor ve adamdan bişeyler söylemesini beklediğini ima eder tavırla bakıyordu. "umut" dedi adam, "bütün kötülüklerin anasıdır.".." nietzsche " dedi barmen. "ve umutlar sonsuzdur. Çünkü en büyük yaslar en büyük ölümlerden sonra tutulur." dedi adam. sesinde şiir vardı, sade şiir. barmen gülümsedi ve "masa da masaymış ha!" dedi. Barmen de sağlam barmendi.

adam kadının yanına küçük adımlarla yaklaşırken, "ne desem de konuşmaya başlasam, kızar mı acaba?" gibi düşüncelerle dolu değildi kafası şüphesiz. Zira söylenilecek hiçbir söz içten bir bakışın bıraktığı etkiyi bırakamazdı.   Adam yürüyordu. kadın içiyordu. adam düşünüyordu. kadın içiyordu. adam kadının yanına yaklaşıp bir kelebeğin dahi zor duyabileceği bir sessizlikte "humprey bogard size bakıyor galiba" dedi. kadın içmeye devam etti. adam bu sessizlikten çekip gitmesi gerektiğini anlıyordu ama konuşmadan da duramayacağının ayırdındaydı. Bu akşam konuşamazsa başka birgün koskoca şehirde o kadınla karşılaşamayacağının farkındaydı.bu anı kaçırmamalıydı. Fakat kadın müthişbir umarsızlık içerisinde sadece karşısına bakıyor ve içki-sigara kardeşliğini bozmamanın huzurunu tadıyordu. Kadın adama dönüp bakmamış cevap vermeye tenezzül dahi etmemişti.adam biraz da bunun siniriyle :

-"humprey bogard size bakıyor sanırım demiştim" dedi, sesini yükselterek. Sesinde denize küfreden odiseusun siniri vardı.  Adam kadının kendisine gösterdiği umursamaz tavra kızmıştı. kadın güneş gözlüklerini gözünden çıkardı ve boş göz çukurlarını adama gösterip, sessizce haykırdı:

-göremiyorum!

5 Kasım 2010 Cuma

İtiraf Ediyorum

itiraf ediyorum. ben yaptım. itiraf ediyorum. o da yaptı. ama yalnızdık. henüz eylül ayında kırkıma basacakken-yani gözlerim henüz bir leylak yalnızlığındayken- henüz daha göğe rengini verenin insan, ve aslında bizim mavi dediklerimize brezilyadaki laptop görmemiş kabilenin siyah dediğini bilmezken, aynı kabiledekiler için çıplak gezmek ahlaksızlık değil günlük ritüelken bizde saçını açmanın ahlaksızlık ve günah sayıldığının farkındayken. Evet! Toprak yine aynı topraktı belki, yaprak yine aynı yaprak, hatta peşrev şarkılar daha da peşrevdi belki de.

 
itiraf ediyorum. be-n- yaptım. ellerim kendi rengindeydi, gökyüzüne baktım  bikaç dakika gözlerimi kısmamaya çalışarak.Ah gökyüzü! Kanlı bakirelerin yıkandığı serin cennet ırmakları, Ahh! Solgun ve kızıl bir şafaktı savaş ertesi sizden tek beklediğim. gökyüzü siyahtı brezilyalı yerliler için. ve bulutlara hep giyinmiş kadınların hayalleriyle bakıyorlardı.çocukluğumu düşündüm, tarlalarda sırtüstü uzanıp “bak bu tıpkı boynuzlu birdinozora benziyor değimli?” bu da pan’ın aynısı?” oysa hayal etmek yalnızca çocukların marifetidir, ve her olgun hayal bir tarlanın nadas halidir.

 ellerimi usulca çıkardım ellerimden. ellerimi usulca derisinden çıkardım. ellerimi usulca derisinden çıkarıp göğe uzattım.tutmadı.

itiraf ediyorum. o uzakta yalnız başına ağlıyordu ve karşılıklı ağlatmaların toplamı hiçbir zaman skorboarda yazılmıyordu. berabere biten bi yalnızlığın hüzünlü kalecileriydik ve top elimize henüz değmemişti, hepsi bu. koşa koşa gittim. eksi üç (eksi üç) dereceydi. o kapıdan çıktı, ben kapıdan çıktım. o usulca aktı önümden zaman gibi. ve üstelik brezilya yerlileri zamanı hala günlere bölmemişlerdi.

sırtına dokundum ellerimle.sırtında kaldı ellerim. o bana döndü sonra. ve.:

"sen miydin?"

itiraf ediyorum. ben o vakit ölmüştüm.

26 Ekim 2010 Salı

Bruce Lee Üzre

Çektiği bi filmin içerisinde kullanılan silaha gerçek mermi konulması sonucu öldü Brandon lee. Böylesine trajik bi ölümle rekabet edebilecek ölüm olsa olsa tanrının yeryüzüne inmesi ve “hey kulum! Sen! Sen sen yeşil ceketli olan! Senin canını alması için azraili bikaç saat sonra göndereceğim” demesi olurdu. Diyelim ki  o sette ışıkçının ya da sesçinin yedi sekiz yaşlarında bir oğlu vardı ve izlediği bir filmde gördüğü rus ruleti oyununu hatırladı. Ve babasının set kenarında oynaması için bıraktığı bu çocuk(varsayalım ki ismi david olsun) david silahı gördü. Ve ardından evde babasının  silahıyla oynarken ona hediye etiği mermiyi cebinden çıkarıp ve sahte mermiyle değiştirdi. Çünkü bunu sadece bir oyun olduğunu düşünüyordu çünkü tv kanalları ve kolaycı yönetmenler bunun sadece bir oyun olduğunu düşündürttü ona. Ve Brandon leenin yıllardır bulunamayan katilinin aslında ışık amirinin oğlu olduğu ve bundan o çocuğun bile haberinin olmadığı görülür. Her şey bir varsayımla başlar, varsayalım ki biz gerçekten varız, o halde Brandon leeyi biz öldürdük.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Ümraniye Otobüsü

Her şey bir pırlanta küpeyle başladı. Kabataş- Üsküdar vapurundan inmiş, dudağımda inceden bir ıslık, arka cebimde(rahmetli amcam ‘göt cebimde’ diye telaffuz ederdi) ,Uykusuz dergisi, kulağımda ayıptır söylemesi ı-pod’um, i-pod’umun içinde raphael çalıyor: “suivez la musique”. Etrafımdaki her şeyden kendimi soyutlatıp baktığım vakit kendimi öylesine hafiflemiş öylesine kuul hissetmekteyim ki sanki oradan geçen genç ve güzel bir türk kızına hafiften yaklaşıp “ne kadar güzel gülüyorsun sen. Evim var.bişişe de absolut var hatta şarap da var(bavyera).ne duruyoruz helva yapsak ya?” desem hemen küçük tavşancık gülümsemesiyle üsküdardaki evime misafir olacakmış gibi. O kadar rahat bir psikolojideydim yani. Öpsem izi kalırdı yani o kadar.

Işıklardan geçmek varken arabaların hengamesine dalıp karşıdan karşıya geçtim ben de her türk vatandaşı gibi. Bazen kendimi bir Levanten gibi görürüm. Aslında bir Levantenim ben ama bu bedende Levanten. Her neyse bu şimdiki konumuz değil. Karşıya geçecekken hızla geçen bir araba bana çarptı. Havaya yükselirken karşıdan karşıya geçmeye çalışan kıvırcık sarı saçları birbirine dolanmış, üzerinde masmavi elbisesiyle onu gördüm. Ben havada uçuyordum ve o karşıya geçemiyordu. Çünkü araba bana çarpmıştı ve ben bilmem kaç metre yükselmiştim.ölmüştüm.bunu da size cehennemden yazıyorum.

Karşıya geçmeyi başardım.(18 canlıyım ben, çabuk ölemiyorum.) duraktaki arabalara baktığımda ümraniyeye gidecek olan 15B otobüsünün evime gitmek için en kısa yol olacağına kanaat getirdim.ümraniyeyle ilgili toplumsal açıdan fişteklenmiş, penguendeki “dudulu postası” köşesini okumuş ve Ümraniye gençleriyle iligli yeterli donanıma ulaşmamıştım henüz. Bildiğim tek şeyümraniye adında bir ilçenin olduğu ve bu ilçenin üsküara komşu olduğuydu.otobüse bindiğimde miniminnacık etek giymiş iki güzel arkadaş karşıladı beni. İçimden “sıkışsalar da yanlarına otursam” diye düşünürken bi anda sıkışıverdiler ve sorgusuz yanlarına oturdum. “sevişelimmi?” dedi biri. “diğeri Rusça başka bişeyler söyledi. Anladığım kadarıyla slavdı diğeri. Ardinal bir hormondu ve tam bu anda bende tavan değerindeydi. Aniden uyandım ve öğretmen eteği giymiş yaşlı bir teyzenin yanımda durduğunu ve benden yer beklediğini anladım. Ben de her türk erkeği gibi uyuyor numarası yapmaya devam ettim.(desem de inanmayın, hemen kalktım ve yer verdim).

Kulağımda artık ray Charles çalıyordu. “Hit the road jack”. Göt cebimde uykusuz dergisi içimde Ümraniye otobüsünün verdiği bi yabancılaşma hissi. Ruhuma serpilen yeni şeker kamışı tohumları henüz birer yemişe dönüşmemişken. Sağıma döndüm ve bikaç dakikalığına ray Charles ın sesini duyamadım. Çünkü blood diamond da dahi göremeyeceğimiz büyüklükte bir pırlantayı yanımdaki arkadaş kulaklarında taşıyordu. Bu kadar güçlü kulaklarla kamyon çekebilirdi, hatta kiremit bile kırabilirdi. Böylesi bi hazine için onun kulağını kesebilecek çok insan tanıyorum. Şaşkınlığım geçmeye başlıyordu ki yanımdaki beyaz nike şapkalı arkadaşın pantolonundaki düğme ve cep sayısı karşısında benim matematiğimin yetersiz kalmasıyla düşünmeye başladım. “acaba o haklı mıydı?” (yazının bu kısmında birazcık gerilim katmaya çalıştım, hikayenin içinde geçmeyen br,nden bahsederek okuyucunun ilgisini çekmeye çalıştım)

Kulağımda jim morrison bas bas bağırmaktaydı: “ People Are Strange.”
 

3 Ağustos 2010 Salı

Haydar Ergülen - SİS




Sis

İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim:
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde


Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?


Haydar Ergülen


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...