"Hiçbir şey Hayat Kadar Şaşırtıcı Olamaz. Yazı Hariç!"


1 Mayıs 2012 Salı

Baktım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu/Suyu biraz öne çektim


sometimes... 

karanlığın içinde gözlerini kısarak ve metrelerce ötedeki sokak lambasının aydınlatmaya çalıştığı kaldırımda sendeleyerek ilerlemekteydi.. ıslıkla "la vie en rose" çalmayı bırakıp, sarhoşken yapılabilecek en hoş şey ıslık çalmaktır diye söylendi.  sonra hemen şarıyı değiştirdi, ıslıkla türkçe birşeyler çalmak istemişti: ve "benim için üzülme"  ıslık konçertosuna başladı, bergen söylüyordu. sokağın karanlık kısmından aydınlık kısmına doğru yaklaşırken içindeki karanlığın genişlemeye başladığını hissetti. çünkü yalnızlığı artık içindeki prometeusu öldürmüş ve ciğerlerini paramparça etmişti. sırtından soğuk terlerin boşalmaya başladığını farkettiğindeyse gerisin geri dönüp sokağın karanlık kısmında yaşayan bir hamamböceğine dönüşmek istedi. "yalnız yaşayan her adam evine dönerken bunları hisseder mi?". kendi kendine sapladığı sorular arasında en afilisi buydu şüphesiz. odasına çekilip karanlık odasının  karanlık masasında asla bitiremeyeceği kitaplara başlamak, asla izlemeyeceği belgesellerle dolu kanalları açıp sürekli şekilde dolup boşalan çay bardağının masada bıraktığı yapışkan spermsiliği ıslak mendille silmeye çalışmak ve tabii ki otuzbir. hala cd satıcısına yaklaşıp sesini kısarak "hocam yeni film düştü mü bu ara?" şeklinde sorular soran ve utanarak ama yeni filmi almış olmanın da gururuyla elleri ceplerinde ve olmazsa olmaz ıslığıyla evinin yolunu tutup tuvalet kağıdının sıcaklığına sığınan başka bir adam daha yoktu.  "yeni film düştü mü?". kuşkusuz burdaki düşmek kelimesi filmin türüyle ilgili kısık sesi destekler niteliktedir. O bu evrene daha önceki yüzyıllarda gönderilmesi gereken fakat takvim hatasından ötürü rötarlı olarak intikal eden bir dervişti, yapayalnız ve huysuz ve kızıl saçlı bir derviş.

gecenin karanlığında sokağın sonuna yaklaştıkça 35 yıl içinde bütün yaşadıkları bir kurşun gibi geçti kulaklarının dibinden, iniltiler çıkararak. takım elbisesinin gravatı gevşemiş (bilerek gravat yazdım sevgili okuyan, böylesi daha bi musiki sanki) kundurası ayağını hafif vuruyor, gözleri kısık, göğsü savaşta esir düşmüş bir askerinki gibi içbükey, ayakları... ayaklarına hiç girmesek daha iyi zira orası apayrı bir hicaz peşrevi... kaldırım kenarındaki evlerıin duvarlarına yaslanarak, yeri geldiğinde bodrum katındaki camların şebekelerine vurup yeri geldiğinde duvarın bitip apartman kapısının başladığı yerdeki boşluğa yuvarlanarak yürüyordu. yürümek denirse buna. sonunda varacağı adres her akşamdan farklıydı. zira apartman kapısından çıkıp da odasının penceresine huzmeler gönderen osokak lambasına doğru yürümeye başlamasının üzerinden yüz yıl geçmişti Ona göre. sabahın altısında uyanıp yeni bir takım elbise giymeyecekti , çalıştığı uluslararası şirkette uluslararası yalandan gülücükler fırlatıp uluslararası gülücükleri göğsüyle yumuşatıp ayağının dışıyla vurmayacaktı bu kez christiano ronaldo. hayat bu demek değilse siktirsin gitsindi. zaten hepimiz ganj nehrinde yanan birer mum olup küllerimiz savrulana değin varolacaksak bu çırpınış nedendi. bu çırpınışta en başından teslim olup savaşta savaşmayarak savaşını vermekteydi. üstelik kimsenin ruhu duymuyordu. ruh zaten duyan br varlık mıdır? değildir. o kendi mumunu bir reçel kavanozuna sakladığı lsd kutusunda buldu karanlık sokağın aydınlık tarafına ulaşıp bileğindeki Rolex'i nazikçe çıkardı, saati avucunun içinde sertçe kavradı ve sokak lambasına olağanca gücüyle fırlatıp her yeri karanlığa gömdükten sonra söndürdü mumunu. artık her yer karanlıktı. Rolexle sokak lambası patlatan tek insandı, guinness rekorlar kitabının sikindirik sayfalarından birinde kendine yer bulmuştu sonunda. son cümlesini söylemeden düşmeyeceğini bilen bütün muzaffer komutanlar gibi son sözlerini karanlığın içine savurdu:

"panta rhei"
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...