"Hiçbir şey Hayat Kadar Şaşırtıcı Olamaz. Yazı Hariç!"


29 Temmuz 2012 Pazar

Gece Sabah ve Horozlu Bülbüllü güneş söküşü

Herşey birikir.... şarkılar, sessizlik, meyhaneler, umutlar, sevgi.. şiirler birikir masanda yazılmayı bekleyen, hikayeler zihninde, ellerinin ardında uzatamadığın tırnakların birikir hırsla kaşıyacak kel başını... herşey birikir... dil bilgisine özenerek yazdığın mektupların, atılmayı bekleyen, şişede, rakılar birikir şişede içilmeyi bekleyen, bekleyen gözler birikir, gözler irileşir kasap kaldırımnda, ciğer üstünde... her şey birikir...

benimkisi serseri bir edebiyat öğretmeninin geçmişiyle barışması denilebilir. aksi takdirde bu günlüğü tutmuş olmamın bi ehemmiyeti klmayacak. zira nedensellik ilkesi bilim tarihinden siktirip gitse de adım gibi biliyorum ki yazdıklarım akıcı olmasa kalıcı da olmayacak. adım gib biliyorum ki insan içinde tutamadıklarını yazar, yazarlarsa içinde tutamadıklarından para kazanırlar. en azından kendi adımı biliyorum. 

bundan yıllar önce ilk şiir denememle birlikte alnıma yemiş bulunduğum kabil mührünü hala taşımaktayım. zira şiir yalnızlık sanatıdır ve ben ziyadesiyle yalnızım. gerçi eski karımın nafaka celpleri, karşı komşum vediha hanım, sevgili dostlarım memet ve elif, ve tabii olmazsa olmaz yeni rakım. bunlar da bir ömürlük dostlarım. emekliliğin en kötü yanlarından biri de bu olsa gerek. insan bi işe yaramadığının farkına varıyor. emeklilik: emekleyerek tuvalete ve siyasi görüşüne göre abone olduğun gazetenin sayfalarına ziyarete gitmek. neyse ki sikindirik bir kenar mahalle dersanesinin sikindirik  orta karar bir sınıfında üniversiteye hazırlık türkçe dersleri veriyorum. çatılar, çekim ekleri, paragraflar-en çok bunda zorlanıyor piç kuruları- yapım ekleri, gizli özne falan filan.. ha bi de dersin son on dakikalarına sakladığım şiir okumalarım. elif bu şiir okumalarım yüzünden dersanedeki işimden olacağımı söylüyor, ama şiirsiz bir toplumda yaşamaktansa işsiz kalmayı tercih ederim. ne de olsa ben emekli edebiyat öğretmeni salih nalbatoğluyum.  "hem dünyayı şiir kurtarmayacaksa, kavganın gürültünün birkaç dil bilgisi sorusunun canı cehenneme" dedim geçen gün elife. "çocuklar bu en geniş, en güzel çağlarında şiirin ellerinden tutmalılar, şiir de onların" diyemedim tabii, çok dramatik ve dahası sarkastik kaçardı bir edebiyat öğretmenine böyle 70lerden fırlama cümleler, ben de içime attım. emeklilik beni kesin kanser edecek kesin."haklısın elif, hakkın var" dedim "okumamaya çalışırım bidaha sefere".

sonra elif evine gitti, ben çay koydum, bomboş çalışma odamın nispeten dolu kitaplığından bir kitaba uzandı elim gayri ihiyari. içinde bir adres ve lisede yazdığım şiirlerden biri vardı. adres istanbulda osmanbeyde bir apartmanın adresiydi. ergenekon caddesi Baysungur sokak no:77 nalbandian apartmanı kat:3 no:3 Şişli/Estamboul. lan bu adreste neyin nesi böyle diye düşünmeye başladım. bu kitap babamın birinci el aldığı dostoyevskinin budala kitabıydı. babamdan başkası bu kitabı kullanmış olamazdı. çocukluğumdan beri sarıyerde bu evde oturuyorduk ve çocukluğumdan beri bu kitap bu kitaplıkta pusuya yatmış tozlar içinde yatıyordu. neyse sonra daha dikkatil bakarım diyip masamın üzerine koydum adresi. çünkü adresten daha önemli bi sayfa vardı elimde. lise birinci sınıfta yazdığım bi şiir. ikinci yeninin kulaklarından çekme ve yeni bi akım başlatma sevdasındaydım o vakitler. edebiyat öğretmeni oldum ve sanırım şair olamadım, memur oldum. evlendim falan filan. bu şiir beni lise çağlarıma götürdü. gittim dolaptan sevgili dostum rakımı açtım. bi kadeh koydum bardağıma. başladım okumaya ikinci yeni düşmanı şiirsimi:

uzansam saçlarına, fütursuzca öpsem, sevgisizlik diye bir şarkı çalmaz mı?
bir şey olamıyorsan herşeysindir bebeğim, bunu herkes bilir
yer kabuğu üzerinde çekirge kadar, örümcek kadar hükmün yok
ne adın var kur'an-i azimüşşanda, ne bir ayette yazılısın
aslında varoluş diye bir şey vardır ve her coğrafya kitabı biraz jeopolitik
sevi diye bir şeysen dert etme herşeysindir, hiçbir şeyden de bok
ben hiç olsam, ellerim hiç, gözlerim seslerim kelimelerim hiç
adım meyhanelerde şarkı diye çalınır mı, hı, ne dersin?

şiir yalnız yaşayabilme sanatıdır, aslında bütün şairler incelikli haytalardır.


26 Haziran 2012 Salı

Bomonti Sadece Bir Semt Değildir!


ıslıkla downtown train çalarak çapadaki yalnız apartmanının güzel kapısını kapatır.zihninde uykuya dalmış güvercinlerin ürkekliği, ruhunda kırılmaya yüz tutmuş bir hindu halatının mahsunluğu vardır. takriben 100 adım atacak ve sokağın köşesindeki tekel bayiine gidecek, devletin kendisine sağladığı öğrencilik kredisinin belirli bir miktarını bütçesi çerçevesinde çarçur edecektir. hüzünlüdür. tom waits zaten hüzün demek değilse ne demektir.

huzursuz adımlarını sokağın köşesine doğru yönlendirir. yürürken karşısından mahallenin şarapçısı çakır gelmektedir. "çakır naber lan? şarabı bitirmişin erkenden. ne iş?" şeklinde selam verir. "perfecktus abi be. bana bi bira alsana be" şeklinde tinerci yavşaklığı ve korkutucu bakışlarıyla cevap verir çakır. perfecktus korkmaz. özgür olanlar korkmaz çünkü. ölüm özgürlüğü kısıtlayamaz. "olur lan. gel alıym sana iki bira şerefsiz." diye neredeyse aşırıya kaçan bir sevgi gösterisiyle cevap verir perfecktus. insan zihninin kıvrımları her zaman yeni sürprizlere gebedir. çakır ve perfecktus başlarlar hayatlarının ne ilk ne de son 100 metresine.

tekel bayii çakırı tanır. "dünya üzerinde işlevi kalmamış fakat bu kadar bayisi bulunan başka bir kuruluş yoktur herhalde" der perfecktus çakır'a. çakır bunun farkında değildir. bu durum çakırın sikinde değildir demek daha doğru olur sanırım. "senin bi manitan vardı çakır, beyaz bi kurt köpeği, noldu lan ona?" diye sorar tekel bayisi. kuruyemişçi bozuntusu. "siktim öldü" der çakır. sinirlenmiştir. perfecktusla aralarınaki entellektüaliteye dayanan arkadaşlık bu noktada son yolculuğuna uğurlanmaktadır.bu durum ziyadesiyle sinirine dokunur perfecktusun.

"siktir et sen itleri çakır" der perfecktus. it derken tekel bayiine bir bakış çakar. sert bir bakış. dişlerinin arasından tısladığı duyulur perfecktusun. adanalı backgroundu ve jiu jitsu konusundaki ustalığını bakışlarına yansıtır. tekel bayii korkmuştur. "peki öyle olsun bakalım" gibilerinden bir bakış atar fıstıkçı şahap. "ordan iki tane efes extra ver çakır'a... " der perfecktus, cümlesine devam etmeyi düşünürken çakır şimşek hızıyla fırlatır kelimelerini. "bomonti ver". bomontinin bir semt dışında başka bir cümlede ilk kez kullanıldığına şahit olan perfecktus şaşırır. "bomonti ne lan çakır! al işte efesini amına koyim" der. çakır bu kez korkar bu sertlikten çünkü perfecktus jiu jitsu bilmektedir. çakır perfecktusun jiu jitsu bildiğini kötü bir tesadüfle öğrenmiştir. asla da unutamayacaktır. "abi o gaz yapıyor amınakoyim ya" . çakır bunları söyler ve kenara çekilir. "tamam öyleyse iki tane bomonti ver çakır'a" der perfecktus, "dört tane de bana". 

derken bomonti serüveni başlar. aslında olay böyle cereyan etmemiş olsa da hayal gücü her vakit garibanın sermayesidir bi yerde. "ne olmuş yani büyük adam olamadıksa, hyallerimizi satmadık ya!"

24 Haziran 2012 Pazar

Ortam Çocuğu Kamil Vol. 2 - Lider Adana ile İstanbul

atilla altıkattaki yazıhaneler sokağına çıkar çıkmaz yolunu kesmeye başladı bilet satıcıları ortam çocuğu kamilin. "ankaraya mı abi?" "urfavar urfavar" "elbistan elbistan elbistan" bağırışlarının arasında mağrur bir gladyatör edasıyla lider adana yazıhanesine girdi. girer girmez kesif bir koku burnunun direklerini richter ölçeğine göre 4.7 şiddetinde salladı ve beynine birkaç toplu iğne sapladı. "lanet olsun bu hayat/lanet olsun bu sevgim/seni çok sevmiştim/sen neden bena böyle yaptın?" diye söylendi. duvarlar konuşsaydı eğer arabesk şarkılarla yaşadıklarını anlatırken muhtemelen ağlayacaklardı. arabesk demişken, ortam çocuğu kamil yazıhanedeki bankoya yaklaşırken iğrenç sarılıkta saçları ve iğrenç tondaki konuşmasıyla yazıhane personeli gülen gözlerle karşıladı onu. "buyrun?" diyen gözlerle süzdü onu, sorular sordu bakışlarıyla. üstelik bakışları lensti. "şey ben saat 7 istanbul arabasının servisi geldi mi acaba diye soracaktım" sesinde kendini bulmak isteyen bir gencin dramı vardı. "15 dakika sonra gelir, 6 buçukta" demesiyle birlikte önünde duran fatura benzeri yığının içine daldı yağlanmış sarı saçlı kadın.

ortam çocuğu kamil biraz mahçup biraz da çaresiz oturdu yazıhanedeki sandalyelerin birine. 15 dakikalık zamanda babasını düşündü, annesini, kardeşlerini, adanayı ama en çok da istanbulu düşündü.  hayatında bu döneme ertelediği o kadar çok macera vardı ki üniversitede geçireceği 5 yıl bunlar için yeterli olmayabilirdi. interrail yapacak, work and travel yapacak,  su gibi karı kızla yatacak, sabahlara kadar film izleyip boğazın en işlek yerinde pantolonunu indirip boğazın sularına işemeye başlayacaktı. 5 yıl sonra lider adananın neoplan modelli arabasının 37 numaralı koltuğunda camdan bakarken bunların sadece bikaçını yapmış olacaktı. hangilerini gerçeğe dönüştürdüğünüyse bize zaman gösterecek. ben zaten biliyorum hangileri olduğunu ama size zaman gösterecek.

otobüse bindi. normal insanlar nasıl biniyorsa o da öyle binmişti ve bu durum bi hayli tedirgin etmişti ortam çocuğu kamili. zira kamil hayatındaki tecrübelerden de yola çıkarak başına bazı aksiliklerin geleceğini biliyordu. aksilikler gelse gelse kamil gibi siliklerin başına gelirdi çünkü.  netekim öyle de oldu. otobüs büyük bağırış çağırışlar "gardaşım saat 7de kalkmıyor mu bu?" sorgulamaları ve huzursuz yolcularıyla birlikte hareket etti saat yediyi çeyrek geçe. "sevgili yolculaerımız lider adana seyahatin size sunduğu...hıııı...hoşgeldiniz. ıııııı. yolculuğumuz yaklaşık 13 saat sürecek(yol bitiminde tam olarak 15 buçuk saat olduğunu görecekti kamil bu 13 saatlik yolculuğun) ve ııııııımmm yolculuk botunca iki zefer mola verilecektir. yoljluğunuzzun iyibir şekilde geccmesini diler tejekkür ederiz".

anons anons olalı böylesi eziyet çekmemişti kuşkusuz. otobüs hareket ettikten yaklaşık on dakika geçmemişken şehirlerarası tuvalet kokusu sarmaya başladı koridoru. muavin oda parfümü fısfıslıyorfu fısfıslamasına fakat yolculardan yükselen metan gazı kapalı alanda sigara içme yasağının kanıtıydı adeta."kapalı alanda osuranların götüne tıpa takılmalı kardeş" diye söylendi kamil.

işte istanbul yolu, işte hayallerim, işte gençliğim, işte geleceğim. kamil bu düşüncelerle yolculuğuna başlamıştı. otobüs muavini parmaklarının ucunda yükselerek en ön sıradaki koltuğun üst bagaj kısmına elini soktu, derken bir adet otobüsün başında bir adet de orta kapı kısmında olmak üzere iki televizyon sarktı aşağıya, işte japonlar işte teknoloji. 2 adet kamilin yan kısmında dört adet önünde 4 adet de arkasındaki koltuklarda olmak üzere yaklaşık 10 kişilik bir işçi grubu sarmıştı kamilin etrafını. sürekli yüksexesle konuşup gülüşüp esprileşiyorlardı. bu kamilin ilk şehirlerarası yolculuğuydu, kamil camdan ürkek gözlerle dışarı bakmaktaydı.  ekranda yazılar çıkmaya başladıktan sonra işçilerden daha yüksek sesle konuşanı "maskeli beşler ırak" diye bağırdı, ve güldü. kamil nereye düştüğünü anlayamıyordu, bu yolculuğun hayallerinin başlangıcına ulaştıracağı için fazla ses etmiyordu fakat içten içe bir şeylerin yanlışlığını fark etmişti. "siktir et be kamil, sen de izleyiver şu kahrolası filmi" diye söylendi. kamil her zaman amerikan ingilizcesinde güzel seslendirilebilecek şekilde söylenirdi zaten hepimiz gibi. maskeli beşler ırak diye bağıran adam işçi güruhunun gülüşmesinin ardından tekrar şaha kalktı "ya da recep ivedik" gülüşmeler devam etti. çok kötü oyunculuk barındıran canlandırma sahnelerini yaşıyordu kamil. film başladı. amerikanın ırakı işgal etmesini post-protest bakış açısıyla işleyen ve sanatsallıkta no man's land ile dahi yarışabilecek kaliteye sahip oyunculukta tavan yapmış filmi izlerken işçiler her espriye aynı sırayla gülmeye devam ettiler. kamilin yanında oturan suskun pos bıyıklı işçi elleriyle bir sivrisineği öldürdü, belki de yaralamıştır, olayın ardından sivri sineği tekrar gören olmadı. ağır yaralanmış da olabilir. 

kamil bir şiir yazmayı denedi ama bu denli heyecanlıyken şiir yazılmazdı. o da başka şeyler yazmaya çalıştı. üniversitede geçireceği en az 5 yıllık sürenin ardından yapmış olacağı şeyleri not defterine yazmaya karar verdi. ortam çocuğu kamil her zaman planlı çalışırdı. noktası virgülüne kamilin yazdıklarını aktarıyorum(parantez içinde yorumlarımı da esirgemeyeceğim, bilginize):


---en az on tane kız arkadaşım olacak en az 10 tane one night stand(bok var ya amk)
---çiçek pasajında en az 3 kere fasıl(no comment)
---boğazın sularına gecenin köründe don çıkarılıp işenecek
---festivallere gidilip entellektüellik merdivenleri tırmanılacak(müslüm gürses dinlediğin günleri ne çabuk unuttun, peki ya selahattin özdemir?)
---galata kulesinin dibinde, boğazın dibinde, bütün tarihi bütün turistik bütün sikimsonik yerlerde birer tek sigara içilecek.
---bütçe yettiğince fener maçlarına gidilecek(fenerli kamil)
---en az on adet one night stand(otobüste sallana sallana yazılan bir notta iki kere tekrar edilen bir madde çok da mühim olmasa gerek)

yüzünü cama dayamış camdaki yansımasına bakarken gözlerinden bir tek yaş döküldü kamilin, kamil pek ağlamazdı, kamil geçen yıl liseden mezun olurkenki haline  hiroşimada ölen çocuklara beyrutta silahlarla oynayan çocuk askerlere ağladı, ha bir de bağıra çağıra ezip geçen zamana...






5 yıl sonra yine başını cama yasladığında şimdi ellerinde olan not defterini kaybettiğini fark edecekti, ve zihninde birer birer çizecekti gerçekleştiremediği hayallerini... zaten hayallerinden başka tutunacak neyi vardı kamilin? müslüm söylüyordu kulaklarında... kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde... "artık siksen geçmez bu 13 saat" diye düşündü ortam çocuğu kamil mp3 çalarının sesini açarken... kaç gece ağladım böyle gizlice...




18 Haziran 2012 Pazartesi

Ortam Çocuğu Kamil Vol. 1

ortam çocuğu kamil adananın ortalama orta direk ailelerinden birinin oğludur. liseyi ortalama puanla girilen anadolu liselerinden birinde okuyup da ortalama puanla girilen bir üniversiteye gitmesiyle ket vurduğu bütün hayallerinin yolu açılmıştır artık. üniversite bu demek değilse ne demektir. gittiği  şehir istanbuldur ortalama çocuk kamilin. bavulunu doldurup devletinin bütün ortalama türk çocuklarına sağladığı savaş şartlarından kalma devlet yurduna yerleşir. artık onun da bu şehirde kafasını sokacak bir odası, ruhunu barındıracağı bir gökkubbesi zehirli sokaklarında fink atacağı bir şehri tinercilerine iğrenerek bakıp caddelerinde ortalama eylemlere katılacağı über bir kenti olmuştur. üstelik boğaz köprüsünü geçerken "istanbul beni yenemeyeceksin ben seni yeneceğim" deme çiğliğinde bulunmamıştır. üstelik kamil üniversite birinci sınıfta saçını uzatacak ve askere giderken saçlarını kazıtacaktır. saçlar sınıfsal belleğin en önemli yapıtaşlarıdır.


kamil elinde çekçekli bavuluyla esenler otogarından bu koca şehre iner inmez anlar memleket sözcüğünün hangi imbiklerden damlayarak süzüldüğünü.böğrünün en orta yerine gelir oturur yumruk gibi bir boşluk. siktir çeker kamil boşluğa. 5 sene önce bitti Ortam Çocuğu Kamilin hikayesi. ama ben önsevişmeyi fazla uzatıp da zaten 44 tane olan hikayelerime bakma potansiyeli taşıyan izleyici sayımı daha da aşağılara çekmek istemem. hem zaten adanadan kopup da istanbula üniversite okumaya gelen ortalama bir gencin hayatını kim merak eder? nerde bu hikayedeki sürükleyici kısım? marjinal fayda? reaileteden kopuş? kafkaesk yan? kamilin hikayesi Lider Adana Seyahatten aldığı 38 numaralı cam kenarı koltukla başladı, ve 37 numaralı koridor koltukla bitti. bitmiş bir hikayenin gök yüzünde dolanan ses kalıntılarıyla oluşmuş bi hikaye bu. kim bir ses dalgasından daha mukavim olabilir ki?

part 1 kamilin Lider Adana Otobüsüyle Adanadan İstanbula Yolculuğu

ortam çocuğu kamil  lider adana yazıhanesine gelir, kendinden emin. okumadığı kitaplarda ve izlemediği filmlerde geçen bütün öğretileri aşağı yukarı taşımaktadır ortam çocuğu kamil, ziyadesiyle yalnız. "pazar akşamı istanbula otobüsünüz var mı?" der. bu anda bütün adana gözlerini yummuş kamilin şehirden gidişine slow müzikle eşlik etmektedir. ortam çocuğu kamil yalnız olmasına yalnızdır, içli olmasına içlidir, en ahmet kaya şarkıdan bile daha ahmet kaya kıvamındadır lakin bütün bunlara rağmen özgüveni tavan yapmış durumdadır, esrik ve hüzünlü. "7de var 10da var 11de var" der ve soru işaretleriyle dolu lensli gözlerini ve kirli beyaz gömleğinin açık düğmelerini fırlatır kamilceğize. kamilceğiz de seçim yapman zamanının geldiğinin idrakiyle ve hasiktir işte geldik gidiyoruzun hüznüyle " 7 olsun bari" der ve ekler:" ben zaten hep 7 otobüsüyle yolculuk ederim"  bu gereksiz eklentiyi neden yaptığını düşünüp kendi kendine fransızca küfreder kamil. üstelik kamil fransızca bilmemektedir.  

adana otobüsüne biner kamil... 
maskeli beşler, işçi güruhu, ağlayan çocuklar, memleketinden uzaklaşıp kaybolma hissi, michel foucault, funtoro, ülker dankek, ekstra şekerli çay, bolu dağı, izmit ve istanbul... çok sikimsonik bir son oldu yine farkındayım ama biraz daha zaman bulursam gelip bu kelimeleri ihtiva eden bişeyler karalayacağım... değerli dostum kamilden son bir cümle ile bitirsek daha nays olacak sanırım...

"bize çocukluğu öğretip büyümemizi beklemek ahmaklık değilse nedir?"


6 Haziran 2012 Çarşamba

serseri prometheus

insan vücudunun %72.8i sudur. dünyanın yaklaşık %75i sudur. karpuzun yaklaşık %90ı sudur. sularla çevrilmiş bir varoluşun kaynağında içinde yanan bir ateşle dolaşmak lanetin ta kendisidir. ben lanetlenmiş çocuk, fikret olağanus. ismime bakıp da 45 yaşlarında olduğum düşünülebilir. ben 15 yaşındayım. soyadım aileme yapılmış bir şakanın ürünü, apayrı bir hikayeye sapladım soyadımı. yazlıkçılarının bile pek uğramadığı yazlık beldemizde ayağımı iskelenin ucundan denizin suyuna sarkıtıyordum. termos bardağımda kumsala gelmeden önce doldurduğum çayım, kalemim, defterim, kitabım... ne kadar entel tatil argümanı varsa ellerimin altında bulunsun da neme lazım belki almancı turist kızlardan birkaçı gelir de "aaa ne kadar entellektüel bir çocuk bu, şenay baksana şu junge'ye" şeklinde beni keserler ve bana yalnızlığımın kapılarını kırma fırsatı sunarlar. o kadar yalnızım yani. üstelik bunun farkındayım. hep söylerim "yalnızlık en çok farkedeni üzer" hani kanserin ilk teşhis edildiğindeki ruh hali gibi. öncesinde de yaşıyorsundur, gülüyorsundur, fakat herşey yarım kalır bir anda. dedim ya dünyanın %75i sudur.

iç deniz olması sebebiyle koca koca gemilerin geçmediği şirin beldemizden sadece ufak balıkçı gemileri geçer. sahil kasabalarını bizim insanımıza öyle bilgelik yüklü tanıttılar ki kimse bu yüzden gençken gelmek istemiyor. benim aileme dedemden kalan tek mülk bu yazlık olduğu, satacak pahaya henüz ulaşmadığı ve üstelik gidecek başka bir yazlığımız olmadığı için yazları burada yalnız kalıyorum. kışları da istanbulda. çok fazla değişen bir durum yok yani. "benim yalnızlığım insanlarla dolu" değil, üstelik öyle şekilli cümleler kurabilecek bilgeliğe ulaşabileceğimi de sanmıyorum. dedim ya. ben 15 yaşındayım, 15 yaşında bir çocuk ne kadar çok yaşamışsa o kadar çok yalnızım.

"insanlar neden bu kadar zalim?" diyemeyecek kadar kirlenmiş biriyim. dedim ya 15 yaşındayım ve evet 15 yaşındaki bir çocuk ne kadar kirlenebilirse o kadar çok yalnızım. belki de hiç temiz biri olmamışımdır. annem anlatır ilkokula giderken beni dişçiye götürmüşler. dişçi kerpetenini ağzımın içine sokup da çocukluğumu ağzımdan çekip çıkarmış. "senin amına koyarım şerefsiz" demişim adama. annem hemen basmış tabii tokadı ağzıma. bizim memlekette doğru söylersen yersin tokadı. lise 2 ye geçtim. 10. sınıf. istanbuldaki bütün devlet okullarında olduğu gibi benimkinde de kızlar ve erkekler çoktan ilk cinsel deneyimlerini tattılar. ben de tattım, internetten. allahtan internet var.

ayaklarımı salındırmışım, ilerde birkaç çocuk ve birkaç anne denize giriyor, güneş batıp batmamak konusunda kararsız. sanki sessiz bir filmin içerisinde "iskeledeki çocuk" olarak figüranlık yapıyorum. zaman akıyor.

sahilde yalnız bir çocuk, yalnız çocuklar kadar yalnız
Çocuğun üstünde yırtık bir tişört, bütün yırtık tişörtler candır
ismimin baş harfini kazıyorum iskeleye, verdana 12, üstelik de italik.
denizden bir balık uçup düşüyor kollarıma, papazın gülümsemesi gibidir her iskele
ellerimin arasında sanki yıldızlar, sanki yıldızlar top oynuyor
masal bu ya, sen çıkıp geliyorsun, bakışın annemden izler taşıyor.
sen düşüp gidiyorsun ve sanki bütün yıldızlar birden seni hatırlatıyor
ellerimin arasında küçük bir çocuk
ve sanki her çocuk biraz daha yalnız
ben çıkıp sana mitolojiden bahsediyorum,
ellerimde yıldız tozları, tanrılar ve bir satir
ne çok acı var şu yeryüzünde, ki mutsuzluk hep geometrik artıyor.
ismimi bağışlıyorum bir deveye, deve dile gelip hıçkırarak ölüyor
bir bulut uzaklardan selam verip ağlıyor, annemse hep parasızlıktan yakınıyor
korkma ben varım diyor bir martı, sessiz düşlerimden uyandırıp
dusduru bir dağ gölü gibi parlıyor ay gökte
korkarım ellerimin arasında bir gökkuşağı tutuyorum, korkarak.
üstelik nedense herkes biraz biraz daha yalnız.
post-modern dalkavukluktur aslına bakarsanız şiir, herkes bilir.
üstelik  nedensellik diye de bir ilke vardır.
her şair saçmasapan bir şarkının geçmiş söz yazarıdır
sahilde yırtık tişörtlü bir çocuk oturuyor, yapayalnız.

bu şiiri yazdım. defterimin bütün sayfaları ortaokuldan kalma beğenmediğim karalamalarla dolu. üstelik bir gitarım bile var, hafiften müzisyenim. bütün şiirlerimi yakmadan önce max brod gibi bir dost edinmeyi ne çok isterim. paramparça olmuş, akışkanlıktan uzak, durağan, yalın, yapayalnız bir hayattır yaşadığım, ve malesef, ne kadar çok yaşadıysam o kadar çok yalnızım. 

bi kuş sesi duydum. bir martı. gagasından bir şey düştü iskeleye. ayağa kalkıp yürüdüm.  ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en iskele yolunu. sanki o anda birilerinin facebook cover fotosu olmuşum gibi bi his kapladı içimi. banksy sendromu. baktım katlanmış bir kağıt, kağıdı açtım. içerisinde şu cümle yazıyor:

"aBoNem oL BeN EhkLeRiM"

1 Mayıs 2012 Salı

Baktım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu/Suyu biraz öne çektim


sometimes... 

karanlığın içinde gözlerini kısarak ve metrelerce ötedeki sokak lambasının aydınlatmaya çalıştığı kaldırımda sendeleyerek ilerlemekteydi.. ıslıkla "la vie en rose" çalmayı bırakıp, sarhoşken yapılabilecek en hoş şey ıslık çalmaktır diye söylendi.  sonra hemen şarıyı değiştirdi, ıslıkla türkçe birşeyler çalmak istemişti: ve "benim için üzülme"  ıslık konçertosuna başladı, bergen söylüyordu. sokağın karanlık kısmından aydınlık kısmına doğru yaklaşırken içindeki karanlığın genişlemeye başladığını hissetti. çünkü yalnızlığı artık içindeki prometeusu öldürmüş ve ciğerlerini paramparça etmişti. sırtından soğuk terlerin boşalmaya başladığını farkettiğindeyse gerisin geri dönüp sokağın karanlık kısmında yaşayan bir hamamböceğine dönüşmek istedi. "yalnız yaşayan her adam evine dönerken bunları hisseder mi?". kendi kendine sapladığı sorular arasında en afilisi buydu şüphesiz. odasına çekilip karanlık odasının  karanlık masasında asla bitiremeyeceği kitaplara başlamak, asla izlemeyeceği belgesellerle dolu kanalları açıp sürekli şekilde dolup boşalan çay bardağının masada bıraktığı yapışkan spermsiliği ıslak mendille silmeye çalışmak ve tabii ki otuzbir. hala cd satıcısına yaklaşıp sesini kısarak "hocam yeni film düştü mü bu ara?" şeklinde sorular soran ve utanarak ama yeni filmi almış olmanın da gururuyla elleri ceplerinde ve olmazsa olmaz ıslığıyla evinin yolunu tutup tuvalet kağıdının sıcaklığına sığınan başka bir adam daha yoktu.  "yeni film düştü mü?". kuşkusuz burdaki düşmek kelimesi filmin türüyle ilgili kısık sesi destekler niteliktedir. O bu evrene daha önceki yüzyıllarda gönderilmesi gereken fakat takvim hatasından ötürü rötarlı olarak intikal eden bir dervişti, yapayalnız ve huysuz ve kızıl saçlı bir derviş.

gecenin karanlığında sokağın sonuna yaklaştıkça 35 yıl içinde bütün yaşadıkları bir kurşun gibi geçti kulaklarının dibinden, iniltiler çıkararak. takım elbisesinin gravatı gevşemiş (bilerek gravat yazdım sevgili okuyan, böylesi daha bi musiki sanki) kundurası ayağını hafif vuruyor, gözleri kısık, göğsü savaşta esir düşmüş bir askerinki gibi içbükey, ayakları... ayaklarına hiç girmesek daha iyi zira orası apayrı bir hicaz peşrevi... kaldırım kenarındaki evlerıin duvarlarına yaslanarak, yeri geldiğinde bodrum katındaki camların şebekelerine vurup yeri geldiğinde duvarın bitip apartman kapısının başladığı yerdeki boşluğa yuvarlanarak yürüyordu. yürümek denirse buna. sonunda varacağı adres her akşamdan farklıydı. zira apartman kapısından çıkıp da odasının penceresine huzmeler gönderen osokak lambasına doğru yürümeye başlamasının üzerinden yüz yıl geçmişti Ona göre. sabahın altısında uyanıp yeni bir takım elbise giymeyecekti , çalıştığı uluslararası şirkette uluslararası yalandan gülücükler fırlatıp uluslararası gülücükleri göğsüyle yumuşatıp ayağının dışıyla vurmayacaktı bu kez christiano ronaldo. hayat bu demek değilse siktirsin gitsindi. zaten hepimiz ganj nehrinde yanan birer mum olup küllerimiz savrulana değin varolacaksak bu çırpınış nedendi. bu çırpınışta en başından teslim olup savaşta savaşmayarak savaşını vermekteydi. üstelik kimsenin ruhu duymuyordu. ruh zaten duyan br varlık mıdır? değildir. o kendi mumunu bir reçel kavanozuna sakladığı lsd kutusunda buldu karanlık sokağın aydınlık tarafına ulaşıp bileğindeki Rolex'i nazikçe çıkardı, saati avucunun içinde sertçe kavradı ve sokak lambasına olağanca gücüyle fırlatıp her yeri karanlığa gömdükten sonra söndürdü mumunu. artık her yer karanlıktı. Rolexle sokak lambası patlatan tek insandı, guinness rekorlar kitabının sikindirik sayfalarından birinde kendine yer bulmuştu sonunda. son cümlesini söylemeden düşmeyeceğini bilen bütün muzaffer komutanlar gibi son sözlerini karanlığın içine savurdu:

"panta rhei"

8 Şubat 2012 Çarşamba

Kaçak Çay Candır feat. Tom Waits


Evet, şuna kesinlikle karar verdim ki sessizlik bir kitap adı olmayacak kadar çaresiz bir kelimedir. Paylaşılamaz. Geçen gün yine bu şehrin sessiz ve kaldırımsız sokaklarında turlarken karşıma çıkan bir kedi öylesine hüzünlendirdi beni. Anlatamam. Neşeli bir tufanın şu an dünyanın bir yerlerini kana buladığını bilmeme rağmen. Nasıl anlatılır böylesine bir yalnızlık? Bütün kelimelerim bi süreliğine terk etti beni. Şimdi yine yaz gelecek, yine çok sosyal arkadaşlar başka çok sosyal arkadaşlarıyla birlikte çekildikleri aşırı güzel fotoğraflarını sosyal medyada gözümüze gözümüze sokacaklar, sosyal fobik ben yine bu fotoğrafları eleştirip evde Amerikan dizileri izleyeceğim, adaletini sikeyim dünya!

Sözlerini de yazayım da tam olsun.!
lay your head where
my heart used to be
hold the earth above me
lay down in the green grass
remember when you loved me

come closer don't be shy
stand beneath a rainy sky
the moon is over the rise
think of me as the train goes by
clear the thistles and brambles
whistle didn't he ramble
now there's a bubble of me
and it's floating in thee
stand in the shade of me
things are now made of me
the weather vane will say
it smells like rain today
god took the stars and he
tossed 'em can't tell
the birds from the blossoms
you'll never be free of me
he'll make  tree from me
don't say goodbye to me
dscribe the sky to me
and if the sky falls mark
my words - we'll catch mucking birds

lay your head where
my heart used to be
hold the earth above me
lay down in the green grass
remember when you loved me

7 Şubat 2012 Salı

Björk’le Rakı İçemezsin

Apartman kapısını kapayıp da sokağa adımımı atar atmaz fark ettim mp3 çalarımın yanımda olmadığını ve bir tiren geçti çok uzak bir şehrin karlı raylarının üzerinden. “hassittir lan şimdi nasıl geçecek bu yürüyüş, müziksiz ben ne yaparım olum” demedim. Çünkü bence insan zihni çağrışımlara göre çalışmaktadır ve çağrışımlar çoğu zaman bir cümle değil de birer kelimelik ya da fotoğraflık flaşbeklerdir. Whatever, her zaman yaptığımı yaptım ve kendimi kandırmaya devam ettim. Çünkü kendini kandırmak başkalarını kandırmaktan çok daha kolaydır. “nasılsa bir saat yürüyüp geleceğim be, nolmuş yani ben de bugün sokakların müziğine kulak veririm, hem hayat zaten ne güzel vapurlar falan.” Oysa sokaktaki insan seslerinin zihnimi tırmalamasından nefret ederim. Yola çıktım. Çapanın dar sokaklarından kocamustafapaşa sahiline kadar olan uzun ve kıvrak yolun başındaydım henüz, kendi cumhuriyetimin caddelerine heykeller dikiyordum.  

Bizantinin ortasında her yanım tarihi eser kalıntılarıyla falan doluyken ben sokaklarda esrik esrik gezmekle ve karşımdan geçen kızlara kaçamak bakışlar saplamakla meşguldüm. Bu yaptığımın adı düpedüz bakış saplamaktı zira hiçbir insan evladı umutsuzca bakışlara maruz kalmak istemez, hele ki koca mustafapaşadaki paris Hiltonlar bunu hiç mi hiç arzulamazlar. Üstümde yırtık Rolling Stones tişörtüm ayağımda parmak arası terliklerim ve zihnimde kapkaranlık düşünceler, bu gece tüm samatyayı alev alev yakabilirdim. (bu süslü cümlede gerçeklik payı olmakla birlikte tamamen yalandan ibarettir). Yürüdüm. Sokakların uzun uzadıya kurduğu cümleleri dinledim, yüz yıllık ağaçların cami avlularından çıkardıkları kollarına takılıp başımdan yere düştü berem, berem kirlendi, küfredip onu orda bıraktım, fakat ben yılmadım. Yürüdüm. Çünkü yürümek başka şansı olmayanlar için bir sığınaktır ve sığınaklara yalnızca başka şansı olmadığı zaman girer insan. Sığınır. Kocamustafapaşanın taksim otobüsü bekleyen pembeler elbiseli ugg botlu pembe i-phone’lu sarı saçlı paris Hiltonlarına içimden sevgi gösterilerinde bulundum, dışımdansa hiç bişey yapmadım. Çünkü içine kapanık insanlar böyle yaparlar. İçedönük insanlar dünyanın en çok düşünen ve en az konuşan insanlarıdır. Bütün insanların eksikliğini görebiliyorum, bütün insanların nelere açlık duyup neleri kendilerininmiş gibi gösterdiklerini. Nelerin üstesinden gelememelerine rağmen geliyormuş gibi yaptıklarını. Bu bir lanetti ve ben bu laneti çocukluğumdan beri pantolonumun cebinde taşımaktaydım. 

Samatyanın dar sokaklarından geçerken “samatya meydanına da bir uğrayayım da kulağıma şöyle iki rekat musiki değsin” deyip direksiyonu meydana doğru kırdım. Yalnızlığın en zalimce hissedildiği yerdir rakı sofraları ve samatyada yalnızlar geçidi olur kışa dönük ilkbahar gecelerinde. Aslında herkes bilmez ama en çok sonbaharda ayılır sevgililer ve en çok sonbaharda kaybolur eski hediyeler. Uzaktan kulağıma inleyen nağmelere benzeyen bir müzik çalınmasıyla yavaştan ritmimi bu müziğe göre ayarladım. Çünkü sadece yalnız yürüyenler bilir müziğin sadece müzik demek olmadığını. Yürüyordum ve ben yürüdükçe meydandaki meyhanenin dışına taşan masasındaki takım elbiseli abilerinin ve kısa etekli plaza kızlarının şarkıya eşlik ettiklerini fark ettim. Mutsuz oldum. Mutlu olacak değildim ya. “Bunlar türk sanat müziğinin de amına koyup popüler kültür reçeline karıştırıp ekmeklerine sürecekler” dedim kendi kendime. “ bi zeki mürenle rakı içme zevkimiz vardı ama o da gitti”. Gibi sekülerist teyzelerin kedi besleme genellemesine benzer bir genelleme yaptım, modernitenin ekmeğine yağ sürdüğümü bilmiyordum üstelik. Bilsem hiç öyle eşeklik yapar mıydım? Yapardım.  Benim istencim meydandaki merdivenlerden yukarı çıkıp evime geri dönmek ve müzeyyen senarcımı playlistime ekleyip rakımın tadını çıkarmaktı. Fakat masaların yanından geçerken bir anda çalan şarkının türk sanat müziği olmadığını fark etmemle birlikte bir şaşırma gelip yerleşti midemdeki boşluğa. Üstelik bu şarkının türk sanat müziğiyle uzaktan yakından ilgisi dahi yoktu. Dışardaki plaza adult’ları şarkıya eşlik etmeye devam ederken ben zihnimin kaldırımlarını yoklayıp bu iğrenç şarkının kime ait olduğunu hatırlamaya çalıştım ve hatırladım. İğrenç deyişim şarkının iğrençliğinden değil de daha çok masadaki efe yaş üzüm rakısına yapılan hakaretamiz yaklaşımdan kaynaklanmaktaydı. “biyörk lan bu!” diye bağırdığımı hatırlıyorum bir tek. Uyandığımda insanların çığlık çığlığa koşuştuğu bir adada bir köpeğe dönüşmüş olarak buldum kendimi. 

“Bu durumda neler yapabilirim acaba?” diye düşündüm ve aynı salise içerisinde zihnimde tornadolar oluşmaya başladı. Aslında çok fazla seçeneğim yoktu: gidip masadakilerin rakısını çalabilir ve kaçarken arkamı dönüp “o çalıştığınız plazalar var ya? Ahahaha” diyebilirdim yahut “siz ne cüretle biyörk’le rakı içersiniz! Ahmaklar sürüsü!” şeklinde diklenebilirdim en olmadı mekân sahibinin yanına gidip hiç utanmıyorlar mı yahut ne kadar utanıyorlar onu sorabilirdim. Her zamanki gibi en mantıklı olanı yaptım ve masadan rakıyı alıp kaçtım.  Kaçmadım tabii ki çünkü bu hikâye bu kadar ani bir sonu hak etmiyordu. Önce şöyle uzaklara bakıyormuş gibi bi hava verdim kendime(evet kendi kendime hava verebilen bi adamım belki, sanane), uzaktan bakanlar ciddi ciddi şeylerle iştigal ettiğimi düşünebilirlerdi. Ardından vicky the viking’in bişeyler düşünürken yaptığı burnunu sağdan soldan kaşıma hareketini yaptım ve parmağımı şıklattım. Ben bunları yaparken bütün samatya meydanının beni izlediğini düşünüyordum fakat samatya meydanının sikinde bile değildi benim yalnız ve güzel parodim. Ardından rakıyı masadan alıp kaçtım. 

Çünkü bu boktan hikâyeye ancak böylesine kısaltılmış boktan bir son yakışırdı, çünkü bütün hikâyelerde yaratılan masalsı ütopyalar sadece gerçeklerden korkan benim gibi küçük adamların morfeus’un elinden aldıkları mavi haptan başkası değildi. Çünkü gerçeklerle baş etmek yürek ister.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...