"Hiçbir şey Hayat Kadar Şaşırtıcı Olamaz. Yazı Hariç!"


31 Aralık 2011 Cumartesi

Yaralı Parantez

Sabah uyandı. bu sabahın her sabahtan ne farkı var diye düşündü, yüzünü yıkadı yalandan, aynada kendine baktı yalandan, dişlerini fırçaladı yalandan... salona döndü. bütün rafları toz içinde kalmış kitaplığından rastgele bir kitap seçti, ve rastgele bir sayfasını açtı. yıllardır kendi kendine oynadığı bir oyundu bu. her sabah rastgele bir kitap seçip rastgele bir cümlesini açıp uyuyakalıncaya kadar bu cümleyi düşünmek. yalnızlık bu demek değilse ne demekti. hem herkesin kendine oynadığı oyunlar farklı değil miydi? bazıları işe gidiyor, bazıları alışveriş yapıyor, bazıları da rastgele kitap seçiyordu. "Başka hiçbir şeyi beceremeyenler için deniz her zaman son şans olmuştu." artık gün boyu düşüneceği paslı cümlesini seçmişti. çok değişik cümlelerin de denk gelmişliği vardı elbet. hangi saçma sapan cümleleri seçmemişti ki şimdiye kadar. geçmişte okuduğu şimdiyse kaderin ve zihninin arka bahçelerinden önüne serilen cümlelerin esrarını çözmeye çalışmak olsa olsa gri bir gökyüzünde yağmurun sicim gibi gökten inmeye başlamadan önceki haliydi. odasının duvarında tek bir fotoğraf asılıydı. kafka'nın gri fotoğrafı. hayat gri renklerle dolu bir saçmalıktı. hepsi bu.






her yalnızlığın kendine açtığı yeni parantezler vardır, bu parantezleri kapatabilirsen yalnız değilsindir, peki ya o parantezi kapatamayanlar...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Haddimi aşarak Güneşin Oğlu Filmine Post-Modern Ekleme


Efendim Öncelikle onur Ünlü’ye ve Ah Muhsin Ünlü’ye ruh dünyamı aydınlatan birer fener olduklarından ötürü ayrı ayrı teşekkür ediyorum. (estağfurullah dediklerini de görür gibi oluyorum) ikisini de afili filintalardan takip ediyor onur ünlünün film ve dizilerini izliyor ah muhsin ünlü’yü  ise severek-hissederek okuyorum. Aslında ah muhsin ünlüyü daha bi farklı sevdiğimi söylemek istiyorum ve onun da feysbuk status çılgınlığı kurbanı olmasını asla istemiyorum. Umarım olmaz .amin.


Onur ünlü’nün nesimi yetiğin afili filintalardaki bir yazısına(cebecide talebeler) kendi üslubune ekleyip sonunu daha da güzelleştirdiğini biliyor olmam beni bu hadsiz aksiyonun içine soktu. Umarım aslını çok da bok etmeden ve azıcık da olsa güzelleştirerek “post-modern” bir tepkiyle yazacağım bu yazı mazur görülür.

Güneşin oğlu ve polis filmi bir çok bakımdan sonrakinin öncekine göndermeleriyle dolu. (sonraki:güneşin oğlu, önceki:polis) bu göndermelerin en büyüğüyse polis filmi sonuyla güneşin oğlu’nun sonunun hemen hemen aynı  olması. İkisinde de özgü namal gidiyor ve haluk bilginer kalıyor, ikisinde haluk bilginer o ünlü “seni seviyorum de! , seniseviyorum, yalan söylüyorsun!”  replikleri sıralıyor falan filan.



Güneşin oğlunu izledikten sonra aklıma geldi acaba dedim hani bu  profesörün odasında kiralık katille(içine fikri bey kaçmış kurban bey)  haluk bilginer(içine profesör kaçmış şair alper canan) konuşurlarken haluk bilginer olayları katile açıklayıp 1950 yılından bu yana belki de başka insanların ruharının yerine geçtiklerini söylese bunu üzerine de katil dönüp profesöre şöyle dese:


“hocam düşünsenize belki de siz bundan önce girdiğiniz bedende bir polistiniz ve belki de ruhsal benliğiniz sürekli sizi belirli bir döngüde tutuyor? Aşk dediğimiz şey de sürekli aynı şeyleri yaşayıp farklı sonuçların doğmasını beklemek değil midir? Öyleyse belki de bu amınakodumun şeylerinin bize olmasının sebebi sikik bir polisin salak bir kıza aşkdır? Belki de biz hiç var olmadık ama kendi varlığımızı düşünüp mutlu oluyoruz?”


Ardından(ulan bu ardından kelimesi de içerisinde hep bir aristokrasi barındırırmış gibi hissederim nedense), profesör(dışı haluk bilginer içi profesör olan) de sakallarını kaşıyıp uzaktaki bir karıncayı izliyormuşcasına dikkatli bakarken birden kendisine gelip:


“bu amına kodumun cümbüşünde hep aynı  saçmalığı yaşayıp duruyoruz aslında, düşünsenize fikri bey, herkes farklı düşlerin peşinde koşup denizleri aşıyor, aslında varolmayan ülkelere ulaşıyor ve sonunda bir bakıyorlar ki aslında ilk başladıkları yerdeler”


“dünya yuvalak ya ondandır”
 
“bi siktir git yahu ben de oturmuş seninle felsefe yapıyorum, akşama kadar bu işi çözemezsek mısırdaki sikik mumyaların içinde sıkışıp kalacağız, artık piramitlerin içinde beklersin bir dahaki güneş tutulmasını”


“il faut cultiver notre jardin”


Bence güneşin oğlunun içerisinde böyle bir diyalog olmasa bile en azından polis filmine varoluşsal bir gönderme yapılabilinebilinirdi.(bu kelimeyi de türkçeye kattığıma göre artık ben  türkdil kurumundaki kürsüme geri döneyim. Hoşçakalın anacım, özleyin beni olur mu?)


Güneşin Oğlu -  Aslan senin Ecdadını Bızıklar &...   Vaycanina

1 Temmuz 2011 Cuma

İKİ -Rakamla 2 -

Yazarlar ikiye ayrılır: sarhoşken yazanlar ve ayıkken yazanlar. 

Şairler ikiye ayrılır: sarhoşken yazanlar ve ayıkken yazanlar.


Umutlar ikiye ayrılır: sarhoşken varolanlar ve ayıkken yok olanlar.


Her mevsimin yavaş yavaş gelmesi gibi ruhum şu anda. Biramdan bir yudum alıp, bir yudum yazıyorum. Bukowski gibi fuck muck yazmayacağım elbette. Sadece blogu blogmuşçasına kullanıyor olmanın haklı kıvancı içerisindeyim. Üstelik sarhoşken yazan bütün yazarlar gibi şekle önem vererek.

Köydeyken herşey ne kadar da güzeldi, arkadaşlarla ninjacılık oynayıp en iyi ihtimalle yalnızlığımızın tadını çıkarırdık. Köydeyken herkes biraz daha fazla yalnızdır. Bu aforizmayı bi kenara yazın, ilerde yazacğım bi kitabımda okyabilirsinz. Hatta kimbilir belki de internette  “yazar bu cümlesiyle tiffany’de kahvaltı filmine gönderme yapmaktadır” falan diye yorumlar okursunuz. Halbuki tiffanide kahvaltı  sikimde bile değil şu an. Saat gecenin 3ü, biram bitti, mutfağa gidip bira almam gerek. Üstelik buradan kalkıp mutfağa gidecek güücüm bile yok. Lanet olsun. Sik falan dedim, bukowskiye gönderme yaptım. Dünyanın en entellektüel sinema izleyicileri olan türkler bunu da anlamışlardır kuşkusuz. Sinema mı dedim? Türkler her konuda mahirdir bebişim, bir tek sinemayla sınırlandırmamak lazım.

Bi biraalıp geliyorum...gerçi bu andan sonra yüz yıl sürer benim bir bira almam. Neyse siktir et. Ulan yine bukowski. Hay bin bukowski!


“You know what?” diye başlayan cümleler kurmayı ne kadar çok isterdimbilemezsiniz. Şimdi çapadaki apartman dairemde, her şeyden uzak, yapayalın bir uzaklık içerisinde... o kadar yalnızım ki... buzdolabımız abdülhamit döneminden kalma, “such an asshole” dedi az önce şarkıcı, “modest mouse” çalıyordu. Yeter bu kadar bukowskiden geçinmek, selam  çaktım sana banadolu, franz kafka...

“Her seferinde biraz daha acıtıyor gidişin” dedim.

“acımasın ama, nasılsa bir gün geleceğim ve hiç gitmeyeceğim” dedi.

“türkçeyi çok güzel kullanıyorsun, yabancı olma kurban olayım” dedim.

“yabancı insanın kendisidir, herkes kendi ruhunu keşfedince kopacak kıyamet” dedi.

“Saatler öyle yavaş geçiyor ki, bir kelebek kanat çırpıyor sanki yavaş çekimde” 

Hiçkimse bir derdi olmadan yazı yazmamıştır. Yazmak, anlatacak birşeyleri olmak demektir. (vay mına koyayım halil cibran gibi adamım lan, her öyled,ğ,m neredeyse aforizma.) okadar karışık bir playlist’e sahibim ki bana media player bile şaşırıyor. Sanırım media playerın çaldığı en komplike shufle list’e sahibim. Sanırım mark zuckerbergten bir plaketi hak ettim. Yok lan o velet başkaydı, ben bll gates’le karıştırdım opezevengi. Gerçi hepsi aynı bokun laciverdi.

“biliyor musun çocuk senin ruhunun en derinindeki köşelerine kadar seviyorum ben seni?”  dedim kendi içimde, “her kalp atışında sana biraz daha yaklaşıyorum, sen farkında değilsin, hepsi bu!”. Dedim içimden.

“karpuz yiyeeğiz şimdi, beniçağırıyorlar, gitmeliyim, ı gotta go” dedi. 

İnsanlar ikiye ayrılırlar, 

bir: seni seviyorum diyince suni bir şekilde sizi “reanswer” edenler.

İki: seni seviyorum diyince, konuyu değiştirip sizi en derinden, daha derinden, daha da derinden sevenler.
Gecenin kaçında bilmem kaçıncı biramı yudumlarken, şunu rahatlıkla söyleyebilirim:”sarhoşken de seni özlüyorum, ayıkken de...”

Not: bu benim ilk ve son blogumu blog olarak kullandığım yazımdır, bundan böyle yine kendim için büyük insanlık için küçük hikayelerle karşınızda olacağım. Öptüm bebişim. Kib. Bye. 

Not2: yazdığım notla bile gönderme yapabiliyorum ve bilmemkaçıncı biradan sonra kafam hala  böyle  zehir gibi ya-beyin bedava- kemdimi kçımdan öpüyor ve tebrik ediyorum. Haleluyah mustafa.


“yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır.”


16 Haziran 2011 Perşembe

Freud Diye Bir şey Yoktur!

Toprak, barbarların oyun parkıdır. 

Zihnimizin çöplüğünde dalaşan köpekler bilirler ağlamanın yalnızlık demek olduğunu . Ben karanlıktan gelmedim, ama oraya gideceğim elbette. Karanlık, aydınlığın ışık görüp de korkmuş halidir çoğu zaman ve biz her zaman aydınlığa çıkınca gözlerimizi kırpıştırırız korkudan.

Otobüsün en arkasında koltuklardan muaf bir bölge vardır. Hayatında ilk kez halk otobüsü gören biri, otobüs firmasının koltukları sırayla dizdiğini ve fakat oraya gelince ellerindeki koltukların  bittiğini, sonrasında da birkaç avrupadan ithal  koltuğu avrupadan getirmenin otobüsün maliyetinden daha yükseğe patlayacağına(semeriyle seksene mal olacağına, deyimle bile anlattım anlamayanlar olur diye.ahahaha.),  yerli koltukların da otobüsün avrupai havasını bozacağına karar verdiğinden koltuğu getirtmekten vazgeçmiş olabileceğini düşünebilirdi.(Hiç kimsenin böyle birşey düşünmeyeceğini ben de biliyorum, ama bazan engel olamıyorum içimdeki küçük çocuğun yazma isteğine, üzülüyorum sonra. Sonra kalkıp böyle uzun uzun cümleler yazıyor, okuyanlar deli olduğumu düşünüyor falan) Halkın en geniş açıyla görüldüğü bölgesidir burası bir halk otobüsünün. Otogar  otobüslerinde valiz konur, kenar mahallelerde turşu konur, yahut yağ tenekesi içerisinde aşk merdiveni çiçeği, köy otobüsünde koyun, tavuk ve benzeri küçükbaş...

Halk otobüsünün arka koltuklarının ön kısmındaki bu açıklığa pusmuş, ön kapıdan giriş yapacak “female” için hazırlık yapmaktaydı. Kolunu otobüsün içini pencereye paralel kesen demire dayayıp saçlarını geriye üfledi.(saçlarını geriye üfleyen bir insanı hayal ederken rıdvan dilmeni düşünün pleaseee) “her şey öylesine tuhaf ki! Sanki truffaut filminde yaşıyoruz hépîmîz!”  diye düşündü, hemen ardından “şöyle orta yaşlı, ince etekli bir bayan denk gelse de biraz değdirsem, akşama malzeme çıkar” düşüncesi geldi geçti zihninin zindanlarından. İnsan dediğimiz  şey ne zavallı bir yaratıktı. Kelimeler üzerine örülü espri anlayışlarıyla, entellektüalite adı altında farklılıklarını ve beğenilerini başkalarının gözünün içine sokmak olsa olsa tüketmeye bayılan yirmibirinci yüzyıl gençliğine yakışırdı. Sırf bu otobüslerde tanıştığı kadınların listesini yapmak bile muhtemelen schindler’e düello teklifi sayılabilirdi ve herkesin bildiği üzre schindler düello tekliflerinden hiç hoşlanmazdı.
  
Ön kapıdan sağrılı kalçalarıyla, duran-duran grubundan uzun sarı saçlı arkadaşın saçlarıyla aynı saç şekline sahip olan, orta yaşlı bir orta-direk hanım bindi. Sensörleri birden çalıştı, gelen bir kadındı. Kadına baktı, hatıra defterindeki  suratlar ve bedenler kataloğunda bir eşine rastlayamadı. Bu yeni bir adaydı ve her yeni aday yeni bir macera demekti. Halk otobüslerinin indiana jones’u içinse yapılacak çok şey kalmamıştı geriye. Varoluşunun da zorlamasıyla birlikte kadına küçük adımlarla yaklaşmaya başladı. Bu hızla pustuğu yerden orta kısma yaklaşık üç durak sonra varabilirdi ancak. Hızını artırdı. (“avına doğru sinsice yaklaşan bir aslan titizliğiyle” falan gibi tanımlamalar da yapabilirdim, yani bu kudrete sahibim, ama süslemek dediğimiz şey kuaförlerin ve gelin arabasına muamele çekenlerin işi değil midir?) dikkat çekmeden nasıl yaklaşılabileceğini en iyi bilen insandı evrendeki . Bir kadına sessizce yaklaşır da kimsenin ruhu duymazdı otobüsteki.  tanrı vergisi bir yetenekti bu, ve tanrı bunu ancak çok sevdiklerine verirdi. Çünkü ne de olsa şeytanın tüyüydü bu yeteneğin adı, tanrı elbette şeytan sayısını artırmayı istemezdi.
  
Otobüsteki bütün bireyler farklı dünyalarda farklı düşüncelere dalmıştı. Duran-duran saçlı kadın ve kadın avcısı yanyanaydı artık. Bu andan sonra yapılabilecek pek fazla eylem yoktu. Yanyana dikilmiş ve birbirine omuz vermiş iki kule değildi onlar, ne de sırtını birbirine vermiş iki sparta savaşçısı. ‘otobüs yolculuğunda birbirlerinin sanal hayatlarına konuk olmuş zahiri misafirler’ desek herhalde yanılmış sayılmazdık.ya da sayılırdık ama bu kimin umrunda?.

“kışlık bu kışlık” diye düşünmedi adam. “tanrım ne yapışkan adam, neredeyse götüme girecek” diye düşünmedi kadın. “ingilizce bilmeden hepinizi ı love you” demedi adam,çünkü hepinizi demek bir topluluğun karşısında durmayı gerektirirdi, gel  gör ki adamın buna ne yüreği vardı ne de özeği... “sen beni öpersen belki de ben fransız olurum” demedi kadın, deseydi fransız olabilirdi belki, fakat demedi


 Adam kadına usulca yanaştı ve değdirdi. Kadın başını çevirdi ve sert gözlerle baktı. “freud’un da truffaut’nun da canı cehenneme”  dedi kadın. Adam tahrik oldu ve biraz daha değdirdi. Karanlık biraz aydınlandı sanki, ve aydınlık biraz karanlıklandı.

22 Nisan 2011 Cuma

Güzel Kadınlar Balladı

Hepsi aynı sirkin aynı ip cambazına aşık olurlar.

Buruk bir pastanenin en muhallebi yenilesi masasında, duvarlarında profiterol denilen yirmi birinci yüzyıl pastasının iğrenç resmi ve pastanede dolaşan tırmık. Tırmık sadece kedinin adı, kedinin kendisiyse başka bir dünya aslında. "size nasıl hamam böceği olduğumu anlatırdım ama şimdi buna vaktim yok" diyebilecek bir kedi,bir çeşit sınıf eşitsizliği barındıran sürrealist film. Masada bir çift yürek.

Ayaklarını birbirine gemici düğümüyle dolamıştı kız. Siyah düz saçları yüzünün yarısını saklıyordu.  Yalnızca yukarıdan bakabilenler görebilirdi kuşkusuz bu gemici düğümünü. Tuhaf pastanenin tuhaf garsonu tuhaf menüyü uzattı tuhaf bakışlar eşliğinde. “rüya görüyor olmalıyım ya da gerçeklik sınırımı kaybettim, ikisi de aynı şey sonuçta” dedi çocuk içinden. Menüde birçok sakatat tatlısı, marihuanayla tatlandırılmış profiterol ve maymun beyni arasından marihuanalı profiterolü seçtiler. Tatlıyı seçerkenki kanıksamışlığı bunun rüya olmadığını düşündürdü. Çünkü bir durumu kanıksamak ona alışmakla birlikte geliyordu. Maymun beynini filmlerden tanıyorlardı fakat diğer sakatat tatlılarını hayatlarında ilk kez duyuyorlardı.

Rüya gördüğünden neredeyse emindi. Pastanedeki diğer müşterilerin önünde tuhaf tatlılar vardı ve insanlar genelde bu tatlılarla birlikte kana benzer kırmızı bir sıvı tüketmekteydi.  -bu sıvının domates suyu olmadığıysa ayan beyan açıktı- Nerede olduğunu buraya nasıl geldiğini hatta bi saat öncesini dahi hatırlamakta zorlandığını farkettiğinde, anadilinde yüksek sesle küfretti gayri ihtiyari. Insanlar tuhaf tuhaf baktılar yüzüne, ruhu vücudundan sıyrılıp karşı masaya oturdu. Önce duvardaki profiterol resmine ardından kendi yüzüne anlamaz bi bakış attı. Dudaklarından dökülen kelimeler kendine ait değildi, hiç bilmediği bi dilde anlamını bilmediği sözcüklerden ibaretti kurduğu cümle. Ardından ana dilinin ne olduğunu bilmediğini fark etti. Hangi dile aitti? Ülkesi var mıydı? Varsa neresiydi? Kaç sevgili eskitmiş, kaç votka kadehine one night stand sığdırmıştı? Ceplerini karıştırdı. Cepleri bomboştu. Ceplerinden fırlayacak tek kağıdın zihnini bir düzleme oturtacağından neredeyse emindi.  Zaman-mekan örgüsünü yöneten beyin kısmı tarafından terk edilmişti. Karşısında oturan siyah saçlı cam gibi mavi gözleri olan kızın sürekli aynı noktaya baktığını fark etti ve buna anlam veremedi. Herşey öylesine anlamsızdı ki pastanedeki en anlamlı hareketin kızın bakışları olduğunun dehşetle farkına vardı. Tek duygu barındıran. Marylin manson’dan sweet dreams… hatırladığı tek şey bu şarkının sözleriydi, onun da sadece brutal vokal kısımları.

Her insan giderek hiçliğin bir parçası olur. Evren kendin iyenilemek üzerine kurulmuş bir düzenektir ve evreni yiyen tek varlık insandır. Gardiyanlar mahkumlara tecavüz etmeye başladığından beri pompei’ye taşlar yağıyor. Gardiyanlar mahkumların ruhuna tecavüz ediyor, pompei’ye karlar yağıyor. Ruhunu unutan insanlar aslında ona hiç sahip olmadıklarının farkında bile değiller. Duvarlara geçmişe dair resimler asıp, öldürdüklerinin bir zamanlar var olduklarını kendilerine hatırlatmaktan haz duyuyor, ölüm fikrinin aralarında dolaşmasından rahatsız oluyor ve ölümü unutmak adına yaşamıyorlarmış gibi davranıyorlar. “mış” gibi yapıyorlar. İşin özeti bu.

Yan masadaki kahverengi takım elbiseli kel adamın kaçamak bakışlarının bir anlamı olmalıydı. “toplumların tatlılarıyla karakterleri arasında kuşkusuz bir bağ olmalı” diye düşündü. “toplumlar” diye haykırdı, sesine sahip olduğunu anladı ve sesini bir perde yükselterek sheakespeare’in bir tiradını atacakmışçasına kaldırdı başını ve dişlerinin arasından tısladı:

“toplumlar, yedikleri tatlılara göre yönetilirler.”
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...