Toprak, barbarların oyun parkıdır.
Zihnimizin çöplüğünde dalaşan köpekler bilirler ağlamanın yalnızlık demek olduğunu . Ben karanlıktan gelmedim, ama oraya gideceğim elbette. Karanlık, aydınlığın ışık görüp de korkmuş halidir çoğu zaman ve biz her zaman aydınlığa çıkınca gözlerimizi kırpıştırırız korkudan.
Otobüsün en arkasında koltuklardan muaf bir bölge vardır. Hayatında ilk kez halk otobüsü gören biri, otobüs firmasının koltukları sırayla dizdiğini ve fakat oraya gelince ellerindeki koltukların bittiğini, sonrasında da birkaç avrupadan ithal koltuğu avrupadan getirmenin otobüsün maliyetinden daha yükseğe patlayacağına(semeriyle seksene mal olacağına, deyimle bile anlattım anlamayanlar olur diye.ahahaha.), yerli koltukların da otobüsün avrupai havasını bozacağına karar verdiğinden koltuğu getirtmekten vazgeçmiş olabileceğini düşünebilirdi.(Hiç kimsenin böyle birşey düşünmeyeceğini ben de biliyorum, ama bazan engel olamıyorum içimdeki küçük çocuğun yazma isteğine, üzülüyorum sonra. Sonra kalkıp böyle uzun uzun cümleler yazıyor, okuyanlar deli olduğumu düşünüyor falan) Halkın en geniş açıyla görüldüğü bölgesidir burası bir halk otobüsünün. Otogar otobüslerinde valiz konur, kenar mahallelerde turşu konur, yahut yağ tenekesi içerisinde aşk merdiveni çiçeği, köy otobüsünde koyun, tavuk ve benzeri küçükbaş...
Halk otobüsünün arka koltuklarının ön kısmındaki bu açıklığa pusmuş, ön kapıdan giriş yapacak “female” için hazırlık yapmaktaydı. Kolunu otobüsün içini pencereye paralel kesen demire dayayıp saçlarını geriye üfledi.(saçlarını geriye üfleyen bir insanı hayal ederken rıdvan dilmeni düşünün pleaseee) “her şey öylesine tuhaf ki! Sanki truffaut filminde yaşıyoruz hépîmîz!” diye düşündü, hemen ardından “şöyle orta yaşlı, ince etekli bir bayan denk gelse de biraz değdirsem, akşama malzeme çıkar” düşüncesi geldi geçti zihninin zindanlarından. İnsan dediğimiz şey ne zavallı bir yaratıktı. Kelimeler üzerine örülü espri anlayışlarıyla, entellektüalite adı altında farklılıklarını ve beğenilerini başkalarının gözünün içine sokmak olsa olsa tüketmeye bayılan yirmibirinci yüzyıl gençliğine yakışırdı. Sırf bu otobüslerde tanıştığı kadınların listesini yapmak bile muhtemelen schindler’e düello teklifi sayılabilirdi ve herkesin bildiği üzre schindler düello tekliflerinden hiç hoşlanmazdı.
Ön kapıdan sağrılı kalçalarıyla, duran-duran grubundan uzun sarı saçlı arkadaşın saçlarıyla aynı saç şekline sahip olan, orta yaşlı bir orta-direk hanım bindi. Sensörleri birden çalıştı, gelen bir kadındı. Kadına baktı, hatıra defterindeki suratlar ve bedenler kataloğunda bir eşine rastlayamadı. Bu yeni bir adaydı ve her yeni aday yeni bir macera demekti. Halk otobüslerinin indiana jones’u içinse yapılacak çok şey kalmamıştı geriye. Varoluşunun da zorlamasıyla birlikte kadına küçük adımlarla yaklaşmaya başladı. Bu hızla pustuğu yerden orta kısma yaklaşık üç durak sonra varabilirdi ancak. Hızını artırdı. (“avına doğru sinsice yaklaşan bir aslan titizliğiyle” falan gibi tanımlamalar da yapabilirdim, yani bu kudrete sahibim, ama süslemek dediğimiz şey kuaförlerin ve gelin arabasına muamele çekenlerin işi değil midir?) dikkat çekmeden nasıl yaklaşılabileceğini en iyi bilen insandı evrendeki . Bir kadına sessizce yaklaşır da kimsenin ruhu duymazdı otobüsteki. tanrı vergisi bir yetenekti bu, ve tanrı bunu ancak çok sevdiklerine verirdi. Çünkü ne de olsa şeytanın tüyüydü bu yeteneğin adı, tanrı elbette şeytan sayısını artırmayı istemezdi.
Otobüsteki bütün bireyler farklı dünyalarda farklı düşüncelere dalmıştı. Duran-duran saçlı kadın ve kadın avcısı yanyanaydı artık. Bu andan sonra yapılabilecek pek fazla eylem yoktu. Yanyana dikilmiş ve birbirine omuz vermiş iki kule değildi onlar, ne de sırtını birbirine vermiş iki sparta savaşçısı. ‘otobüs yolculuğunda birbirlerinin sanal hayatlarına konuk olmuş zahiri misafirler’ desek herhalde yanılmış sayılmazdık.ya da sayılırdık ama bu kimin umrunda?.
“kışlık bu kışlık” diye düşünmedi adam. “tanrım ne yapışkan adam, neredeyse götüme girecek” diye düşünmedi kadın. “ingilizce bilmeden hepinizi ı love you” demedi adam,çünkü hepinizi demek bir topluluğun karşısında durmayı gerektirirdi, gel gör ki adamın buna ne yüreği vardı ne de özeği... “sen beni öpersen belki de ben fransız olurum” demedi kadın, deseydi fransız olabilirdi belki, fakat demedi
Adam kadına usulca yanaştı ve değdirdi. Kadın başını çevirdi ve sert gözlerle baktı. “freud’un da truffaut’nun da canı cehenneme” dedi kadın. Adam tahrik oldu ve biraz daha değdirdi. Karanlık biraz aydınlandı sanki, ve aydınlık biraz karanlıklandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder