Apartman kapısını kapayıp da sokağa adımımı atar atmaz fark ettim mp3 çalarımın yanımda olmadığını ve bir tiren geçti çok uzak bir şehrin karlı raylarının üzerinden. “hassittir lan şimdi nasıl geçecek bu yürüyüş, müziksiz ben ne yaparım olum” demedim. Çünkü bence insan zihni çağrışımlara göre çalışmaktadır ve çağrışımlar çoğu zaman bir cümle değil de birer kelimelik ya da fotoğraflık flaşbeklerdir. Whatever, her zaman yaptığımı yaptım ve kendimi kandırmaya devam ettim. Çünkü kendini kandırmak başkalarını kandırmaktan çok daha kolaydır. “nasılsa bir saat yürüyüp geleceğim be, nolmuş yani ben de bugün sokakların müziğine kulak veririm, hem hayat zaten ne güzel vapurlar falan.” Oysa sokaktaki insan seslerinin zihnimi tırmalamasından nefret ederim. Yola çıktım. Çapanın dar sokaklarından kocamustafapaşa sahiline kadar olan uzun ve kıvrak yolun başındaydım henüz, kendi cumhuriyetimin caddelerine heykeller dikiyordum.
Bizantinin ortasında her yanım tarihi eser kalıntılarıyla falan doluyken ben sokaklarda esrik esrik gezmekle ve karşımdan geçen kızlara kaçamak bakışlar saplamakla meşguldüm. Bu yaptığımın adı düpedüz bakış saplamaktı zira hiçbir insan evladı umutsuzca bakışlara maruz kalmak istemez, hele ki koca mustafapaşadaki paris Hiltonlar bunu hiç mi hiç arzulamazlar. Üstümde yırtık Rolling Stones tişörtüm ayağımda parmak arası terliklerim ve zihnimde kapkaranlık düşünceler, bu gece tüm samatyayı alev alev yakabilirdim. (bu süslü cümlede gerçeklik payı olmakla birlikte tamamen yalandan ibarettir). Yürüdüm. Sokakların uzun uzadıya kurduğu cümleleri dinledim, yüz yıllık ağaçların cami avlularından çıkardıkları kollarına takılıp başımdan yere düştü berem, berem kirlendi, küfredip onu orda bıraktım, fakat ben yılmadım. Yürüdüm. Çünkü yürümek başka şansı olmayanlar için bir sığınaktır ve sığınaklara yalnızca başka şansı olmadığı zaman girer insan. Sığınır. Kocamustafapaşanın taksim otobüsü bekleyen pembeler elbiseli ugg botlu pembe i-phone’lu sarı saçlı paris Hiltonlarına içimden sevgi gösterilerinde bulundum, dışımdansa hiç bişey yapmadım. Çünkü içine kapanık insanlar böyle yaparlar. İçedönük insanlar dünyanın en çok düşünen ve en az konuşan insanlarıdır. Bütün insanların eksikliğini görebiliyorum, bütün insanların nelere açlık duyup neleri kendilerininmiş gibi gösterdiklerini. Nelerin üstesinden gelememelerine rağmen geliyormuş gibi yaptıklarını. Bu bir lanetti ve ben bu laneti çocukluğumdan beri pantolonumun cebinde taşımaktaydım.
Samatyanın dar sokaklarından geçerken “samatya meydanına da bir uğrayayım da kulağıma şöyle iki rekat musiki değsin” deyip direksiyonu meydana doğru kırdım. Yalnızlığın en zalimce hissedildiği yerdir rakı sofraları ve samatyada yalnızlar geçidi olur kışa dönük ilkbahar gecelerinde. Aslında herkes bilmez ama en çok sonbaharda ayılır sevgililer ve en çok sonbaharda kaybolur eski hediyeler. Uzaktan kulağıma inleyen nağmelere benzeyen bir müzik çalınmasıyla yavaştan ritmimi bu müziğe göre ayarladım. Çünkü sadece yalnız yürüyenler bilir müziğin sadece müzik demek olmadığını. Yürüyordum ve ben yürüdükçe meydandaki meyhanenin dışına taşan masasındaki takım elbiseli abilerinin ve kısa etekli plaza kızlarının şarkıya eşlik ettiklerini fark ettim. Mutsuz oldum. Mutlu olacak değildim ya. “Bunlar türk sanat müziğinin de amına koyup popüler kültür reçeline karıştırıp ekmeklerine sürecekler” dedim kendi kendime. “ bi zeki mürenle rakı içme zevkimiz vardı ama o da gitti”. Gibi sekülerist teyzelerin kedi besleme genellemesine benzer bir genelleme yaptım, modernitenin ekmeğine yağ sürdüğümü bilmiyordum üstelik. Bilsem hiç öyle eşeklik yapar mıydım? Yapardım. Benim istencim meydandaki merdivenlerden yukarı çıkıp evime geri dönmek ve müzeyyen senarcımı playlistime ekleyip rakımın tadını çıkarmaktı. Fakat masaların yanından geçerken bir anda çalan şarkının türk sanat müziği olmadığını fark etmemle birlikte bir şaşırma gelip yerleşti midemdeki boşluğa. Üstelik bu şarkının türk sanat müziğiyle uzaktan yakından ilgisi dahi yoktu. Dışardaki plaza adult’ları şarkıya eşlik etmeye devam ederken ben zihnimin kaldırımlarını yoklayıp bu iğrenç şarkının kime ait olduğunu hatırlamaya çalıştım ve hatırladım. İğrenç deyişim şarkının iğrençliğinden değil de daha çok masadaki efe yaş üzüm rakısına yapılan hakaretamiz yaklaşımdan kaynaklanmaktaydı. “biyörk lan bu!” diye bağırdığımı hatırlıyorum bir tek. Uyandığımda insanların çığlık çığlığa koşuştuğu bir adada bir köpeğe dönüşmüş olarak buldum kendimi.
“Bu durumda neler yapabilirim acaba?” diye düşündüm ve aynı salise içerisinde zihnimde tornadolar oluşmaya başladı. Aslında çok fazla seçeneğim yoktu: gidip masadakilerin rakısını çalabilir ve kaçarken arkamı dönüp “o çalıştığınız plazalar var ya? Ahahaha” diyebilirdim yahut “siz ne cüretle biyörk’le rakı içersiniz! Ahmaklar sürüsü!” şeklinde diklenebilirdim en olmadı mekân sahibinin yanına gidip hiç utanmıyorlar mı yahut ne kadar utanıyorlar onu sorabilirdim. Her zamanki gibi en mantıklı olanı yaptım ve masadan rakıyı alıp kaçtım. Kaçmadım tabii ki çünkü bu hikâye bu kadar ani bir sonu hak etmiyordu. Önce şöyle uzaklara bakıyormuş gibi bi hava verdim kendime(evet kendi kendime hava verebilen bi adamım belki, sanane), uzaktan bakanlar ciddi ciddi şeylerle iştigal ettiğimi düşünebilirlerdi. Ardından vicky the viking’in bişeyler düşünürken yaptığı burnunu sağdan soldan kaşıma hareketini yaptım ve parmağımı şıklattım. Ben bunları yaparken bütün samatya meydanının beni izlediğini düşünüyordum fakat samatya meydanının sikinde bile değildi benim yalnız ve güzel parodim. Ardından rakıyı masadan alıp kaçtım.
Çünkü bu boktan hikâyeye ancak böylesine kısaltılmış boktan bir son yakışırdı, çünkü bütün hikâyelerde yaratılan masalsı ütopyalar sadece gerçeklerden korkan benim gibi küçük adamların morfeus’un elinden aldıkları mavi haptan başkası değildi. Çünkü gerçeklerle baş etmek yürek ister.